Don Kişot- Figen Yamansoy - Sevdalım Hayat
Katılımcı : Figen Yamansoy 

Tarih : 14.5.2018 

Kitap : Don Kişot (Cervantes) 

Tema : Düş ve gerçek… Hangisinin peşinden gitmeli? 

Konu: Yozlaşan yaşamla savaşmalı mı? Yoksa…  

Anlatım : Sade, akıcı, düşündüren. 

Çağrışım : Bu kitap ve Nazım Hikmet’in mektubu aylar önce yazdığım bir kadın öyküsünü çağrıştırdı (Büyük Usta Sevdalım Hayat katılımcılarına seslenmiş, ne mutlu bize). Söz üstüne söz söyleyemedim ve affınıza sığınarak bu öyküyü paylaşmak istedim sizlerle. Ben içimde hem bir Don Kişot hem de bir Sanço yaşadığını düşünüyorum. Don Kişot’u mu dinlemeli, Sanço’yu mu?..  

ÇEKİP GİTMEK 

Çantasını alıp usulca ayrıldı evden. Derdini denize anlatacaktı. Ancak o anlardı onu. Dinlerdi. Sır tutardı. Kimi gürül gürül kimi şırıl şırıl öğüt verirdi. İyileştirmezdi belki yaralarını ama gözyaşlarını alıp götürebilirdi. Deniz kıyısındaki yol boyunca insanlara çarpa çarpa yürüdü. Yol bitip de kayalıklara varınca rahatladı. Buralar dingindi. Bazı kayaların üzerinde, oltasını denize sallandırmış balıkçılar vardı. Gözleri ve tüm ilgileri misinanın denize değdiği noktada toplandığından, yanlarından geçenin ayırımında bile değillerdi. Ayakkabılarını çıkardı, eline aldı. Zorlukla da olsa, kayadan kayaya atlayarak, kumda izlerini bırakarak, kimi sularla oynaşarak ilerledi. Tüm dertleri, kaygıları geride bırakırcasına yürüdü. Yıllardır zihnine kazınan, kazıdığı öğretileri. Tutunma çabasını. Yaşamak uğruna yaşamdan vazgeçişini. Zor günleri ve sancılı geceleri. Sırtındaki ağır yükü… Yürüdükçe birer birer fırlatıp attı hepsini. Bedeni yorulsa da özünün hafiflediğini duyumsuyordu. Başını dikti, eğilmiş sırtını düzeltti. 

Çevresinde kimsenin olmadığı bir kaya buldu. Gözlerini denize dikip öylece, sessiz oturdu, oturdu. Yumuşak koltuklara, rahat sandalyelere alışık beli ağrımaya başladı. Az ötesinde neredeyse koltuk biçimi almış bir kaya gördü. “Gece uzun” diye mırıldandı. Ayakkabılarını ve çantasını kapıp yeni koltuğuna doğru ilerledi. “Hiç bu kadar rahat bir koltuğa oturmamıştım” dedi kendi kendine. Çantasını başının altına yastık yaptı. Yıldızları izlemeye koyuldu. Yavaştan içi geçiyordu, birden sıçrayıp doğruluyordu. Yorgundu. Çok yorgun… 

Gün boyunca yanlarında yürüdüğü üç kişiyi düşünüyordu. Bir adam, bir kadın ve bir küçük çocuk. Nasıl onların yanında yürümeye başlamıştı? Bu insanlar kimdi? Bilmiyordu. Yalnızca yürüyor, sessizce onların doğal yaşamına ortak oluyordu. Onun zorlukla yürüdüğü taşlardan, kayalardan çıplak ayakları ile seke seke ilerliyorlardı. Arada bir duruyor ve havayı kokluyorlardı. Yol üzerindeki ağaçların meyveleri ile karınlarını doyuruyor, bir süre sırt üstü yatıp gökyüzünü izliyorlardı. Bunalınca denize giriyor, uzun süre sular sıçratarak, çığlıklar atarak oynaşıyorlardı. Yorulunca bir süre kayalarda dinleniyor sonra yine belirsiz yollarına devam ediyorlardı, çırılçıplak. Aydınlık karanlığa teslim olurken, denizi arkalarına alıp zeytin ağaçlarına doğru yöneldiler. Yıldızların altında kuru yapraklardan bir döşek yaptılar kendilerine. Yan yana uzandılar. 

O, denize yöneldi. Tinini bedeninden alıp götüren mis gibi bir koku geldi burnuna. Gece kuşlarının ninni gibi gelen seslerini ve yaprakların hışırtısını duyuyordu. Arada uzaklardan korkunç sesler duyuyor, korkuyordu. Kayalara çarpan dalgalar korkunç sesleri bastırdı, korkma dercesine. “Korkmayacağım! Kimseden ve hiçbir şeyden” diye haykırdı, ayın aydınlattığı ağaçlara ve gökyüzündeki ışıltılara bakarken. 

Gözlerini açtığında güneş yükselmeye başlamıştı. Bedeninde ağrıdan, zihninde acıdan eser yoktu. Yeniden doğmuş gibiydi. Sanki kayanın üzerinde sabahlamamış, kuştüyü yatakta yatmıştı. Ne ki yol arkadaşları ortalıkta görünmüyordu. Kalktı, etrafa bakındı. Belki bulurum onları umuduyla akşama dek dolaştı. Bulamadı. Aniden geri döndü. Bir yere yetişircesine hızlı hızlı, kayaları, kumsalı aştı. Deniz kenarındaki yola vardı. Martılar, balıkçı teknelerinin üzerinde çığlık çığlığa karınlarını doyurma derdindeydi. Yorgun balıkçılar da tuttukları balıkların hesabında. Yolda omuzları çökmüş insanlarla karşılaştı. İşten dönenler, sırtındaki çantayı zorlukla taşıyan çocuklar ve bastonlarına dayanarak, isteksiz, yapayalnız evlerine dönenlerle. Bebek arabası süren kadınlar, bebekler uyurken soluk alabilmenin rahatlığıyla ilk kez dışarıya çıkmışcasına şaşkın etrafı izliyorlardı. Hiçbir şeyi umursamayan genç öbekler gördü. Bağrış çığrış, küfür, yaygara… Çay bahçeleri tıklım tıklımdı. Düşünceli düşünceli sohbet edenler de vardı. Masa oyunları oynayanlar da. Kimi de denize dikmişti gözlerini, tasalı. Tek tük deniz kenarındaki banklarda kitap okuyanlar vardı. Bir gün daha pılını pırtısını toplamış gidiyordu. 

İçlere doğru, sokaklara sapa sapa evine geldi. Kapıda bir süre çantasının içinde anahtarlarını aradı. Bir türlü bulunmazdı bu anahtarlar da. Kapının önünde çantayı ters çevirirdi sonunda. Yine öyle yaptı. Paralar, kimlikler, banka kartları, bir sürü ıvır zıvır döküldü. Aralarından anahtarlarını bulup çıkardı. Kilidin içine soktu, çevirdi. Anahtar dönmüyordu. Kapıyı kendisine çekti, ileriye itti. Ne yapsa açılmadı kapı. Bahçeye çıkıp arka tarafa dolandı. Toprak seviyesindeki pencereden içeriye baktı. Her şey ortalığa saçılmıştı. Giysiler, kitaplar… Önce öfke duydu. Sonra kararlı adımlarla bahçe kapısına yöneldi. Yerdeki çantasını ve etrafındaki eşyalarını gördü. Anahtarı da o tarafa fırlattı. Öte yana çevirdi başını. Elleri ceplerinde yürüdü, gitti. Kendine yapraklardan bir döşek serdi karanlık çökerken.

Figen Yamansoy 
figenyamansoy@gmail.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder