Gönül Kamburu
“Dert
dillidir” dedi, Salih amca. Dert dillidir...
Bir
depoya çeşme bağla, her yerini kapat. Çeşmeyi aç, geç karşısına otur. Dolana
kadar sızdırmaz hiçbir yerinden. Dolduktan sonra, kaçmak için iğne ucu kadar
sızıntı bekler. O sızıntıya kavuştuğu an başlar ince ince sızdırmaya. Bir zaman
sonra sızıntı genişler genişler ve bırakır kendini, sinirleri boşalmış bir
insan gibi hoyratça...
İnsan
işte! Bir çeşit depo.
Anlatırsan
yer açarsın yeni dertlere...
Hastane
kantininde otururken gördüm onu. Yüzünden önce sırtındaki koca kamburu. Kamburu
yüzü olmuş, nasırlı eller sıkıca sarılmış tekerlekli sandalyeye. Tekerlekleri
basamağa takılmış, sabırla itmeye çalışan, kimseden yardım istemeyen bir baba.
Sandalyenin
altından tutup kaldırdığımda göz göze geldik, kederin yerini işgalci bir
gülümseme aldı. “Sağolasın evladım.” dedi.
Bir
sağa bir sola bakındı, bütün masalar doluydu. Bizim masaya baktı. Ben ve oğlum
4 kişilik bir masada oturuyorduk. Hemen çantaları derleyip yer açtım,
- Burada
oturabilirsiniz amca.
- Sağolasın
evladım, ilaç içmem gerek. Bir poğaça yiyeyim. Az da belim dinlensin, sonuçları
da alıp gideyim dedim. Zor oluyor iki kere git gel yapması. Geçmiş olsun
inşallah, kendin için mi geldin kızım?
Yiğit
cevapladı bu soruyu,
- Benim
için geldik. Bacaklarım hasta. Onu gösterdik.
Konuyu
değiştirmek için,
- Ben
çay ile poğaça alayım, sen otur olur mu oğlum?
- Zahmet
olmasın kızım, ben alırdım.
- İki
çayın zahmeti mi olur amca? Başka bir isteğin var mı?
Yok
anlamında başını sallayınca çayları almak üzere masadan ayrıldım.
Bir
çınar ağacının gölgesinde oturmuş insanlar. Hepsinin yüzünde farklı bir bakış. Kimi
kederli, kimi ağlamaklı, kimi umutlu, kimi de benim gibi...
Elimdeki
tepsiyle masaya doğru yaklaşırken, gördüğüm manzara derin düşüncelere sebebiyet
verse de, o an derin bir nefes almama neden oldu. İsyanla değil şükürle aldım
bu sefer nefesimi.
Küçücük
elleriyle Salih amcanın oğlunun yüzünü sevmeye çalışan bir evlat. Küçük bir
buseyle “Bak ben seni sevdim” demek
isteyen, aynısı olmasa da kendi derdini bilen küçük adam.
- Maşallah
oğluna kızım. Güzel evlat yetiştirmişsin. Kimse yanaşmaz Mehmet’ime, çocuklar
korkar. Yiğit pek bir sevdi abisini. Cır cır böceği gibi de dilli, hiç
sıkılmazsın sen.
Güzel
yetiştirdiğim için miydi yoksa herkes kendi gibi gördüğünü mü severdi,
bilemedim. Halden anlamak, hali bilemekti belki de. Davul bile dengi dengine demişler
ya aç olmayan birinin açın halini bilmemesiydi belki de bütün olay.
Kendinden
önce Mehmet’i doyurdu Salih amca. Sonra başladı muhabbet etmeye.
- Çalışıyor
musun kızım?
- Yok
amcacım. Çalışmıyorum. Yiğit’ten sonra çalışmadım.
Yiğit
: “Çalışmıyor ama annem yazar olacak. Kursa
gidiyor. Hep yazı yazıyor evde.”
- Demek
öyle he. Annen yazar olacak. Yaz kızım. Gerçekleri yaz. Kurmaca yazma. Hayatı
yaz. Bak beni de yaz. De ki; Salih amcam da insandı...
- Niye
öyle söyledin Salih amca. İnsanız tabi. Rabbim beterinden sakınsın. Nice nice
bilmediğimiz dertler var. Bilsek belki kendi halimize milyon kere şükür ederiz.
- Amenna.
Ona diyeceğim söz yok. Velhasıl her insan kendi batağında çırpınır. Bir dal
buldun çıkardın kendini o bataktan onun adı umut olur. Yok, bir çıkış
bulamazsan da tepindikçe dibe yaklaşırsın. Her tepindikçe kazarsın mezarını
.İşte o zaman İnsandım bende bir zamanlar
dersin. İlla kefenlenmek gerekmez ölmek için, nice kefensiz ölüler var, yaşamı
nefes alıp vermekten ibaret. Beden Allaha teslim olmuş çoktan.
Elimdeki
çaydan daha bir yudum alamadan geri bıraktım masaya. Boya kalemlerini ve
defterini verdim Yiğit’e. Bundan sonra duyacaklarımı duysun istemedim. İnce
belli bardağı elime alıp gözlerine baktım. Hazırım demekti bu. Dilce değil, gözce
anlaşmaktı.
Mehmet’in
başını okşar gibi sıvazladıktan sonra, depo sızdırmaya başladı:
"Beni
doğururken ölmüş annem. Ardahan’ın bir dağ köyünde dünyaya açmışım gözlerimi. İki
ablam ve ben. Küçük ablam pek hatırlamazdı da büyük ablam hep kinliydi bana. Sanki
ben istemişim anamın ölmesini. Kendisi yetim kalmışta ben kalmamışım gibi. Hep
eziyet ederdi bana. İki küçük kız, emzikli bir bebekle babam hemen evlenmiş. Yürüyemedim
ben 7 yaşıma kadar. Kimi hasta, kimi sakat dedi. Doktora neyin de götürmedi hiç
babam. Yürüyemediğim gibi herkesin konuşmasını anlıyordum, duyuyordum da dilim
lal gibiydi, konuşmuyordum kimseyle, konuşsam da anlamıyorlardı. Yetimin yüzü
gülmez derler ya ha işte doğduğum günden belliydi gülemeyeceğim. Bir hayal gibi
gelir gözümün önüne, küçük ablam sırtına peştemal ile bağlamış beni koyun
gütmeye götürmüştü. Birden yağmur bastırınca bir ağacın dibine bıraktı beni. Sonra
gelip tekrar sırtlandı sırtına, bağlamadı. Derenin az yukarısında da bizim ev
var. Dere azmış, küçük çocuk nerden bilsin düşüreceğini, bilse bağlamaz mı? Geçerken
ayağı kaydı iki eli açılınca bende düştüm azmış dereye. Bundan sonrasını
hatırlamıyorum.
Gözümü açtığımda hiç tanımadığım insanlar vardı etrafımda. Bir iki köy aşağı kadar sürüklemiş su. Sonra o köyün ağasının çobanı bulmuş beni. Ağanın evine götürmüş. Sorular sordular ama ben anlatamadım ki hiçbir şey. Üvey anam da babama “Suya düştü boğuldu, kurt kuş yemiştir. Kimselere deme, biz öldürdük diye mapusa tıkarlar bizi...” demiş. Canı yanar mı, yanmamış. Babamda sakatım diye herhalde susmuş, kefensiz öldürmüşler beni o gün.
Ağanın elinde çalışan bir sürü fakir fukara vardı. 7 yaşıma gelince yürüdüm, dillendim de yavaş yavaş adımı, babamın adını söyleyebildim. Buldular babamı. Ağanın kendisi götürdü. Köy kahvesinde babamı ilk gördüğüm de koşup boynuna atlamak geldi içimden de o beni görünce yedi yabancıdan daha ıraktı. Sarardı, soldu rengi... Sonra kızardı. Utandı belki de.
Hatırımda kaldı, anlatınca da ağladı çocuk gibi. Hiç görmemiştim onu öyle çaresiz. Elimden tuttu eve götürdü beni.Küçük ablam çok sevindi. Büyük olandan çıt çıkmadı. Kardeşlerim olmuş. Üvey annem hiç sevinmedi benim geldiğime. Sırtını döndü bana. Alışmıştım herhal yalnızlığa. Geri döndüm ağanın ocağına. Babam götürdü bıraktı beni. Bir miktar paraya da anlaşmış. Hayvanlarına baktım, getir götür işlerini yaptım. Hiçbir bağımın olmadığı Zeliha anne baktı bana. Severdi, çok severdi o beni. Çocuklar en çok sevilmek ister. Doyasıya sarılıp sevemedim hiç babamı.
Gözümü açtığımda hiç tanımadığım insanlar vardı etrafımda. Bir iki köy aşağı kadar sürüklemiş su. Sonra o köyün ağasının çobanı bulmuş beni. Ağanın evine götürmüş. Sorular sordular ama ben anlatamadım ki hiçbir şey. Üvey anam da babama “Suya düştü boğuldu, kurt kuş yemiştir. Kimselere deme, biz öldürdük diye mapusa tıkarlar bizi...” demiş. Canı yanar mı, yanmamış. Babamda sakatım diye herhalde susmuş, kefensiz öldürmüşler beni o gün.
Ağanın elinde çalışan bir sürü fakir fukara vardı. 7 yaşıma gelince yürüdüm, dillendim de yavaş yavaş adımı, babamın adını söyleyebildim. Buldular babamı. Ağanın kendisi götürdü. Köy kahvesinde babamı ilk gördüğüm de koşup boynuna atlamak geldi içimden de o beni görünce yedi yabancıdan daha ıraktı. Sarardı, soldu rengi... Sonra kızardı. Utandı belki de.
Hatırımda kaldı, anlatınca da ağladı çocuk gibi. Hiç görmemiştim onu öyle çaresiz. Elimden tuttu eve götürdü beni.Küçük ablam çok sevindi. Büyük olandan çıt çıkmadı. Kardeşlerim olmuş. Üvey annem hiç sevinmedi benim geldiğime. Sırtını döndü bana. Alışmıştım herhal yalnızlığa. Geri döndüm ağanın ocağına. Babam götürdü bıraktı beni. Bir miktar paraya da anlaşmış. Hayvanlarına baktım, getir götür işlerini yaptım. Hiçbir bağımın olmadığı Zeliha anne baktı bana. Severdi, çok severdi o beni. Çocuklar en çok sevilmek ister. Doyasıya sarılıp sevemedim hiç babamı.
Neyse
kızım, yaş 14 olunca köydeki gençler gibi bende kaçtım koca şehre. Benden yaşça
büyük bir abim vardı adı Hasan. O gelince bir adres vermişti bana gelirsen beni bul diye. Vardım gittim
yanına. Yol bilmez iz bilmez. Türkçeyi doğru düzgün bilmezdim o vakit. İnşaata
adam toplardı o. Bir odada üç beş arkadaş kaldık, herkes ekmeğinin derdinde. Hepsinin
ayrı yazılmış hikayesi.
Gel
zaman git zaman ustabaşı oldum. Nerde o zamanlar hazır çimento. Yaptığın her iş
insan emeği, alnımızın terini katıp karıştırırdık betona.
O zamanlar gazinolar da meşhurdu. Bir akşam ustayla beraber gittik, yedik, içtik... Bir gözü karaya takıldı gözüm. Uzun saçlı, gözleri zeytin tanesi, ağzı burnu küçücük bir güzel. Göz göze gelince utandım, başımı kaldırıp bakamadım bir daha. Nasıl oldu anlamadım ya sevdalanmışım bir bakışına.
Ekmeğim, suyum oldu. Kuma karıştırdığım çimento gibi kurudu yüreğimde. Sevdalık zor iş...
İki akşamda bir mübareği görmek için gittim geldim. Gördüm, sevdim, sevdik de birbirimizi. Yaşı benden büyüktü. Yaş değil, asıl mesele yürekte dedim, tuttum kolundan çıkardım o yerden. Elimde ne var ne yok verdim ustaya, bir göz oda verdi bize. Nikahıma aldım Allah’ın huzurunda.
Dalıp dalıp giderdi bazen, bedeni yanımdaydı da aklı buralı değildi. Nerden geldin, niye düştün oraya diye hiç sormadım. Sırtımdaki kamburum gibi onunda yüreğinde vardı bir kambur, kimselere söyleyemediği kabuk bağlamış bir yaraydı. Bir bebeğimiz olacak dedi bir gün, dünyaları bağışladı bana.
O zamanlar gazinolar da meşhurdu. Bir akşam ustayla beraber gittik, yedik, içtik... Bir gözü karaya takıldı gözüm. Uzun saçlı, gözleri zeytin tanesi, ağzı burnu küçücük bir güzel. Göz göze gelince utandım, başımı kaldırıp bakamadım bir daha. Nasıl oldu anlamadım ya sevdalanmışım bir bakışına.
Ekmeğim, suyum oldu. Kuma karıştırdığım çimento gibi kurudu yüreğimde. Sevdalık zor iş...
İki akşamda bir mübareği görmek için gittim geldim. Gördüm, sevdim, sevdik de birbirimizi. Yaşı benden büyüktü. Yaş değil, asıl mesele yürekte dedim, tuttum kolundan çıkardım o yerden. Elimde ne var ne yok verdim ustaya, bir göz oda verdi bize. Nikahıma aldım Allah’ın huzurunda.
Dalıp dalıp giderdi bazen, bedeni yanımdaydı da aklı buralı değildi. Nerden geldin, niye düştün oraya diye hiç sormadım. Sırtımdaki kamburum gibi onunda yüreğinde vardı bir kambur, kimselere söyleyemediği kabuk bağlamış bir yaraydı. Bir bebeğimiz olacak dedi bir gün, dünyaları bağışladı bana.
İnsanın
aklına hep güzel şeyler gelir, kötüyü istemez, istemediği gibi de düşünmez. Mehmet’im
doğumda oksijensiz kalmış, hasta doğmuş. Çok üzüldü, çok ağladı. Kaderimiz
dedim, yemin ettim seni de oğlumu da bir
ömür sırtımda taşırım, yere bırakmam dedim.
Bir gün işten çıktım içimde bir sıkıntı, bir kurt kemiriyor içimi... Eve geldim
ki kapı duvar. Anahtarla açtım kapıyı, Mehmet’in beşiği eşiğin yanında, bir de
iple bağlamış...Çocuk hasta yürüyemiyor ki zaten, niye iple bağladı hala aklım
almaz. Bırakıp gitmiş... Hiçbir şeyde almamış giderken. Ocağın üstünde sıcak
çorbası bile hazır. İşten gelince aç kalmayım diye herhal. Sağolsun.
Gurbet
elinde kimim kimsem yok, aldım kucağıma Mehmet’i düştüm yollara, her yere
baktım, sordum soruşturdum. Çalıştığı eski iş yerine gittim, geçmiş olsun
dediler. Onlar geçmiş olsun deyince geçecek sanır, geçmedi tabi. Bir geçmiş
olsuna bir sürü anlam yükledim ama niye
böyle dedin diyemedim. O zamanlar Kayseri ve Adana’da da çok varmış
gazinolar, oralara bak dediler. Şehir şehir gezdim, yok. Hiçbir yerde yok. Ölse
içim bu kadar yanmazdı. Yeri yurdu belli olurdu. Toprağın altı en güvenli yer, bilirdim,
korkmazdım başına bir şey mi gelecek diye. Böylesi ölümden de beter. Bekle
dur... Her gölgeyi ona benzet, her tıkırtıda geldi diye yüreğin hop etsin... Sonra,
sonrası sırtıma bir kambur daha. Bu kadar büyük de değildi önceleri, içime
attıklarım yerleşti oraya zahar.
Evlen,
dediler. Böyle olmaz, yapamazsın dediler. Evlenmek kolay mı? Gönlü olmayınca
nasıl evlenir insan, nasıl alır bir yabancıyı koynuna. Ya yavrum! Bu sabinin
suçu ne? Ben yandım o da mı yansın benim gibi. Peştamalla sardım belime Mehmet’i,
onunla beraber çalıştık inşaatlarda. Sesi de çıkmazdı yüzü gülmemişin. Konu
komşuda sağolsun, eski komşuluklarda sağlamdı, bakarlardı. Allah razı olsun
hepsinden. O zaman bu zaman oldu, hala içimdeki yangın aynı. Hala bakınırım
insanlara belki görürüm diye. Nerde... Ölmüştür belki de he?"
Soğumuş
çayına uzanırken, parmaklarının ciğerleri gibi sararmış olduğunu gördüm. Dertleri
içinde kalmamış, parmak uçlarında da yer etmiş. İnsanın nereye giderse gitsin, derdinin
de kendisiyle geleceğinin en güzel kanıtı gibiydi o ziftin izi.
- Çaylar
soğudu Sadık amca ben iki çay alayım.
Bir kelime bile diyemedim. Anlıyorum desem yalan olurdu. Anlamak için yaşamak lazımdı. Herkes çektiği kadar derdin tesellisini bilirdi. Bilmiyordum... Masaya döndüğümde buzdolabı poşeti içine konulmuş bir peçete gördüm.
- Bu
ne Sadık amca?
- Aç
bak kızım.
Poşetin
içine konulmuş, kat kat peçetelere sarılı, yarısı küflü, siyah beyaz, boynu bükük güzel gözlü bir kadın
fotoğrafı.
Tabakasından
bir sigara çıkarıp, titreyen elleriyle yaktı sigarayı... Derin bir nefesten
sonra, “Gül” dedi. “Adı Gül, kendi güldü.
Gülümdü... Hep üstümde taşıyorum, bir gün yağmura denk geldim, ıslandı biraz. O
günden sonra korktum poşete sarıyorum. Benle birlikte gömerler toprağa. Dilde
değil kızım, özde sevmeli-sevilmeli. De ki çok sevdin de ne oldu? Hiç! …”
O
an gözümün önünde Sadık amca değil de, dallarına renk renk kurdeleler asılı, dibinde
mumlar yanan bir gül ağacı canlandı. Koynundaki fotoğrafıyla, kederiyle dilek
ağacı gibiydi. Niyet et, yaz kağıda, bağla yemyeşil dallarına...Ondan sonrası
iyilik, sağlık...
Gülcan Sural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder