Pastora’nın Şarkısı - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Pastora’nın Şarkısı - Ender Macun

Pastora’nın Şarkısı - Ender Macun

Paylaş

Yıldızlı yolumdan ağır ağır ilerliyorum. Benim yolum. Kimse bilmez bu yolu. Kimse… Bilseler de gelmezler peşimden. Gelirlerse görecekleri var! Ben hareket ettikçe, altımdaki şu taştan dünya ve evren de hareket ediyor. Duyuyorum. Dünyayı, uçsuz bucaksız yıldızlarevini, evreni… Ben durunca, her şey duruyor. Ağaçlar, devler, meyveler duruyor. Hayvanlar alemi de… Her şey beni izliyor sanki. Bu bir rüya mı? Ayaklarım ve kollarım kayboluyor. Başım, gövdeme gömülüyor. Kendi içime doğru hızlıca küçülüyorum. Bir şey oluyorum. Yapış yapış bir şey. Yardım edecek kimse yok mu? Heeey, size sesleniyorum. Sesimi alan kimse yok mu? Yok mu dedim?

Ψ

Biiir… İkiiii… Üççççç… Hayır. Bir dakika. Olmuyor. Yapamayacağım galiba. Ooooof, bu kadar da korkak değilim ben. Korkağım. Hayır, değilim ama. Geliyorum. Koşuyoruuum. Ama devler gibi koşamam ki ben. Olsun. Şimdi hazırım işte. Hadiiiiiii… Hooooooop… İşte düşüyorum. Ağaçlar ters dönüyor, gökyüzü yeryüzü oluyor, havada dönüyorum. Yere yaklaştım. Ne olacak şimdi? Ölecek miyim? Sanmam. Zırhım var benim. Korkmuyorum. Ama yine de gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Hadi ama. Yer nerede? Nerede kaldı bu yer?

Kendimi Sıcak taşlardan, sararmış güz çimlerinin üzerine işte böyle bırakıverdim. Düşüşüm ani oldu. Oooh, çok alâ… Zırhıma da bir şey olmadı. Pırıl pırıl parlıyor. Ama havadayken çok güzel hissettim, evet. Ben, Yalnızgezen… Hah… Nasıl da böyle birden güzelleşiveriyor her şey. Birdenbire. Bir düşüş, bu kadar güzel yapsın beni… Önceden kulağıma fısıldasalardı, fıs fıs fıs… Şöyle deselerdi mesela: ‘Yalnızgezen… Heeey, Yalnızgezen… Güzelleşmek istiyorsan aşağı atla… Korkma, bir şey olmaz sana. Biz bunu her akşamüstü yaparız. Unutma, biz zırhlıyız.’ Korkularım benim…Ama bana kimse söylemedi ki bunu hiç. Kendim buldum. Hep öyle yaparım ya… Bulunduğum yerden, yani düştüğüm yerden gökyüzüne baktım. Gözlerim kamaştı. gidengüneş, haşin oklarıyla gözlerimden vurdu. Gözlerimin zırhı yok ama. Belki de yeryüzü ile tek bağım… Gözlerimi kapayıp oracıkta uzun bir süre, ayacığımı uzatıp tatlı tatlı akanhayaldiyarına girdiğimi hatırlıyorum. Bir sağa döndüm, usulcacık, bir de sola. Bir o yana, bir bu yana. O güz günü, ben Yalnızgezen, nedense, çok ama çok mutluydum. Mutluydum mu dedim, değiştiriyorum, huzurluydum. Kendime şu ismi taktım: Huzurluzırh. Hah hah hah. Oldukça yüksek bir yerden atlamıştım, kendi isteğimle, korkuma rağmen ve gövdem yekpare olarak duruyordu. Vee, inanmayacaksınız ama bütün uzuvlarımı da kıpırdatabiliyordum. Kıpır da kıpır. Hah hah hah… Harikaaaa.

Bak… Uzaktan bir şarkının ezgisi geliyor kulaklarıma. Hey, sana söylüyorum. Akanhayaldiyarıyolcusu… Bu şarkıyı bir yerlerden hatırlıyorum. Nasıldı? Şöyle… Öhö, öhö… Sanırım şöyleydi:

Hey kızılağaç, melekayartan
Hey mürdümeriği, ahmak kaçıran
Uyan da gel, bak sabah oldu
Gel hadi, bak gözlerim yaş doldu

Şarkıyı mırıldanarak, iyice gevşeyerek uykuya daldım. Bu hüzünlü bir eski şarkıydı. Oduncular söylerdi. Bizim buraların dev oduncuları, her biri birer virtüözdür, evet öyledir. Çok güzel şarkılar bilirler. Bizim burada, bu çayırda, ilerde ormanda, şurada köylükyerde herkes, bütün adamlar yani, oduncudur. Bir söylentiye göre, daha analarının karnındayken şarkı söylemeye başlarmış bunlar. Hamile oduncu karılarının karınlarından gelen şarkı, yeni bir oduncuyu ya da oduncubekleri müjdelermiş ve bu şarkıyı dinlemek için uzak diyarlardan konuklar bile gelirmiş. Oracıkta kız çocuklarına nişanlarlarmış ceninoduncuları. Ben görmedim. Anlatan üç beş böceğin  yalancısıyım.  Doğrusu hayranım ben onlara, şu odunculara diyorum, ‘Keşke benim de sesim onlarınki kadar güzel olsaydı’ derim bazen kısık sesimle. Ama nerdeee. Kendim söyler kendim dinlerim. Çünkü…Çünkü ben yalnızgezenim. Huzurluzırh’ım. Sesiiçineakanım. Benim kimselere değecek, kimselere sövecek sesim yoktur.

Aslında düşüşüm, yani kendimi uluyangınkulesi’nden çayıra salıvermem, bir işaretti. Bu işareti kendi kendime göndermiş olabilir miyim acaba? Komik olma ben… Olmaz öyle şey. Olur, mu hiç… Hah hah hah… Bakın ne oldu. İşaret diyorum… Aşkın işareti. Islak, pırıl pırıl, katı, huzursuz, yavaş… Aşk mı dedim ben… Aşk ha? Yani. Şöyle ki…

Tatlı rüyamdan sıyrılıp yine yeni yerler keşfetmeye çıktığım bir gün, bir de baktım, önümde giden bir şey var. ‘Bir şey’ diyorum, yani ne bileyim, bana benziyor desem değil, daha bir alımlı… ama gidiyor. Gidiyor denmez de, sanki salınıyor. Yolu ardında bırakıyor. Hem de benden önce. ‘Dur’ dedim. ‘Hey’,  diye çığırsam olmaz, biliyorum, bizim buralarda pek hoş karşılanmaz bu tür sesler. Kabalıktır. ‘Şimdi nerden çıktı bu? Ne güzel yolumdan gidiyordum. Ne diye yoluma çıktı ki.’ dedim içimden.  Beni mutlaka tanıyor olmalıydı. Beni buralarda tanımayan yoktur ki. Çayır beni bilir. Huzurluzırh’ım ben. Yalnızgezer’im. Yavaş yavaş arkasına, yani bana dönmeye başladı. ‘Başım belaya girmez umarım.’ diye iç geçirirken… E hadi dön artık.

Yavaş yavaş yüz yüze geliyorduk işte. Yüzümle yüzünün arasında o kadar küçük bir mesafe vardı ki bir mürdümeriği yukarıdan ortamıza düşse, ikimizin de yüzüne değer de öyle çimene düşerdi. Öyle de oldu. Yani yukarılardan bir yerlerden, bir ağaçtan olma olasılığı büyük, bir meyve düştü. Anlatmakta olduğum öyküden haberi olmayan bu meyve tam da benim başımın üzerine düşmez mi. Meyve diyorum ama… Bir meyve azmanı desem yeridir. O kadar yüksekten yere atlayan ve sağ salim ayağa kalkan ben, Yalnızgezen, kendimi bir anda ıslak çakıltaşlarının üstünde, tepetaklak olmuş buluverdim, iyi mi. Gözlerimi uzun süre açamadım. Bir vakit sonra, gözlerimi yavaş yavaş açtığımda, burnumun dibinde bir heybetli atkestanesi durmaktaydı. Sonra başımı yukarı kaldırdım ve onu gördüm. Tam ağzımı açıp kem küm edecektim ki ‘Şşşşş’ dedi, ‘konuşma’. ‘Konuşmak mı? Konuşmak ha… Güldürme beni, karşımdaki…’ diye düşündüm. Biraz gülümsemiş olmalıyım ki, aslında bunu hiç yapmam, ‘ne gülüyorsun’ dedi…’benim adım Pastora. Senin adın ne?’ Pastora… Pastora… Bu adı ezberlemek için on defa tekrarladım. ‘Ben Yalnızgezerhuzurluzırh’ dedim gururla ve çarçabuk. ‘Ne uzun adın var’ dedi. ‘Hem yalnızsın hem de geziyorsun. Hem huzurlu, hem de zırhlısın. Bunu mu anlayalım şimdi adından?’ Bişey söyleyemedim. Fakat sonra, ‘senin de zırhın var ama’ dedim haytaca gülümseyerek. ‘O bir kabuk, salak’ dedi bilgiç bir tavırla. Pastora, tepetaklak olmuş beni uzun bir mücadeleyle kaldırmaya uğraştı düştüğüm yerden. ‘Bırak beni’ dedim. ‘Ben yaparım.’ Sonra da derin bir aaahhhh çektim. Bir yerlerim incinmiş olmalıydı. O da, ‘Geber’ dedi ve çekip gitti. Çekip gittiği kuytu yere doğru, ‘heeeey, gel hadi, tamam, gel kaldır beni’ diye bağırdım avazım çıktığı kadar.

Yolunu kaybettiğini söyledi. Oturduk. Buna oturmak denirse tabi. Güneş batmak üzereydi. Zırhım, yani kabuğum çizilmişti. Nerelerden gelip nerelere gidiyordum? Ağır ağır konuştuk. E öyle işte… Uykumuz geldi, uyuduk. Yıldızların altında, çimen hışırtılarıyla, bir yosunlu dalda, beraber ilk rüyalarımızı gördük. Ben Pastora’nın rüyasına, Pastora da benim rüyama girdi. Sabah oldu, uyanmakta güçlük çektik. Ama uyandık. Hiç esnemedik. Kalkıp çakıllıyola doğru yürüdük. Çakıllıyolun tam da ortasında durduk. Kısaca vedalaştık. O Kuzeye, ben Güneye doğru ağır ağır yola çıktık. Daha dere tepe düz gitmeden henüz, yolumdan döndüm. Gerisin geriye gitmeye başladım. Hayatımda bu kadar hızlı yol aldığımı hatırlamıyorum. İsteyince oluyormuş meğer.  ‘Heeey’ dedim, ‘Pastora’. Durdu. Bana doğru döndü. ‘Sonra yine gelsene’ dedim sıkılarak. ‘Gelirim’ dedi.

Biz salyangozlar ketum varlıklarızdır. Kimseye verecek sözümüz yoktur. Ama o bana bir söz verdi. Salyangozaleminde hayra alamet değildir bu. İki günbatımı geçti. Daha bir batım var buluşmamıza. Yani ‘sonra’ya. ‘Bir sonra’, üç günbatımı eder bizim asil salyangoztakviminde. Ne garip. Bir arı gibi vızır vızır hissediyorum kendimi. Kabuğum geriliyor. Kanatlanıyor muyum… Sanki pıtır pıtır kırılıp yerle yeksan olacak da ben yerden havalanacağım.  Bir kızılkertenkele gibi huzursuzum. Rengimi, biçimimi yeniden buluyorum. Pastora… Pastoral… Pastoral… Neredesin?  Pılımı pırtımı toplayıp Kuzeye, onun yanına gitsem, bulur muyum, bulabilir miyim acaba?  Pılım pırtım yok ki benim, neler saçmalıyorum yine. Kuzeye de bi kaç kez gittiydim. Ah, gel günbatımı.

Yolun kıyısında, zifirsiyah bir çakılın üstüne tünemiş beni bekliyordu. Gövdesine usulca yaklaştım. ‘Pastora’ dedim. Beni susturdu. ‘Sen salyangozaleminin en çok konuşan salyangozu olmalısın’ dedi. Utandım. Oysa bir şey dememiştim ki. Susadık. Bir su birikintisinde hem ağır ağır yıkandık, hem su içtik. Yorulduk. Durup tam bir günbatımı dinlendik. Oduncuların yaktığı yaprakların tütsülü dumanı içimize işledi. Sarhoş olduk. Bu sarhoşlukla yan yana uyuduk. O gece vakti, yarı sarhoş, yarı uykulu, senli benli olduk. Sonrasında da Pastora bensiz, ben de Pastora’sız yapamaz olduk. Benim kovuğumda beraber ağladık. Abarttık, öküzsinekleri yakalayıp yedik, ölüyabanarısı sütü içtik. Benim yaprağım üzerinde, kıtırak bedenlerimiz birbirine değerek günlerce uyuduk. Uyandık. Birbirimize dokunduk. Yine uyuduk. Yapraktan kalkamadık. Kalkmak istemedik. Yola düşmek istemedik.

Her gece gibi bir geceydi. Gece ayaz vardı. Birbirimize usulca sokulduk. Ben gözlerimi sımsıkı yumdum. Pastora gözlerini sımsıkı yumdu. Kısa tüylerimiz varmış bizim. O vakit anladım. Onun tenine daha değmeden tüylerimiz birbirine yaklaştı. Bu çok hoşumuza gitmiş olmalı ki tüylerimizi birbirine değdirme-çekme oyunu oynadık. ‘Benimle uzakları seyretmeye gelir misin’, dedim. ‘Gelmem mi’, dedi. ‘Gelmem mi hiç…’ Bir ezgi akıyordu kulağımıza uzaklardan. ‘Bu benim şarkım’ dedi sevinçle. Oduncular günün ilk saatleriyle çayıra çıkmış olmalıydılar. Yola çıkmadan önce, şarkıya birlikte eşlik ettik:


Aç, hadi aç avucunu
Sana bir dal vereceğim
Tut, hadi tut o yosun dalı
Cesur ol ve düş yola
Cesur ol ve koş yola
Lay lay lay


Yabankaya’ya, uzakları göreceğimiz yere doğru nihayet yola çıktık. Yolda, Pastora’ya dedim ki: ‘Sen bir ot musun yoksa tütsü mü?’ ‘Ben bir tütsüyüm’, dedi. ‘Peki’,  dedim, ‘sen bulut musun yoksa yağmur mu?’ ‘Bulutum tabii ki de, şapşal’, dedi. O da bana sordu: ‘Peki sen? Ya sen? Var mısın yoksa yok mu?’ Durdum. Bişey diyemedim. ‘Senle varım, sensiz yokum’, diyebildim kekeleyerek. ‘Ben de’, dedi. Yabankaya’ya vardık. Uslugürgengölgesinde oturup soluklandık. Sonra da uçsuzuzaklara baktık. Uzaklardan, Yukarıdiyar’dan,  bir beyaz latifkuşu geçti, bir Alaşahin, latifkuşunun peşinden ustaca gitti, oduncular, Aşağıtestereyolu’nda büyük bir Hilâlkoruağaç devirdiler. Bu gürültüyle ormandaki bazı hızlı hayvanlar kaçıştı. Biz, olduğumuz yerde kaldık. Dedi ki bana: ‘Hani sen o taşlardan kendini bıraktın ya…’ ‘Evet’, dedim, ‘bıraktım.’ ‘Seni görmüştüm ya… Bana büyük bir güç verdin. Şu Alagölbalığı kadar güçlü hissettim.’ ‘Hem… Hem sen nereden gördün benim o taşlıktan düşüşümü? Beni mi izliyordun?’ ‘Evet’, dedi…’Seni izliyordum’. ‘Eeeee’, dedim… ‘Ne düşünüyorsun?’ ‘Hiç’, dedi. ‘Atlamak’, dedi sonra da. Ne dedi? ‘Atlamak’, dedi. ‘Nereden atlamak yani?’ Dedi ki, ‘buradan, Yabankaya’dan aşağı atlamak.’ Yabankaya yaklaşık binmilyonbeşyüzatmışbeşbinsekizyüz salyangoz boyu eder. Takriben. ‘Delirmiş olmalısın Pastora’,  dedim. Sonra da, ‘Peki’, dedim, ‘atlayınca ne olacak? Ölürüz.’ ‘Ölmeyiz, merak etme Yalnızgezen’, dedi. ‘Ben aşağıdiyarda yaşamak istiyorum, bunun da tek yolu, buradan atlamak, biliyorsun. Ya da burada oturup bekleyeceğiz, ta ki bir Alakarga bizi sırtına alıp da aşağıdiyara taşıyana kadar. Hem biliyorsun, Alakargalar onyüzbinyıllardır böyle bir kıyak yapmamışlardır biz salyangozlara’. ‘Evet’, dedim, ‘haklısın Pastora. Aşağıdiyar, yaşamak için mükemmel bir yer. Tamam. Atlarım seninle… Ama ya ölürsek?  Ama ya ölürsek…’ Bu soruyu uzun zamandır soruyordum kendime. Tekil olarak tabii. ‘Ya ölürsem…’

Bana sarıldı.  Gözlerimiz birbirine değdi. Bütün uzuvlarımız birbirine değdi. Yapıştık. Çok sıkı tutunduk. Akşamserininde yuvarlak tek bir top olduk. Her bir yerimizi topun içinde topladık. Çok güçlüydük. Pastora kabuğundan çıkardığı ayacığıyla kabuktopumuzu itti. Yuvarlandık. Önce çalılardan geçtik. Hızlandık. Bir yosunlutaşın üzerine zıplayıp daha hızlı yol aldık. Vee hooop, havadaydık. Kabuklarımızdan usulca kafalarımızı çıkarıp aşağıda, yukarıda değiş tokuş yapan yer ve gök alemlerini seyrettik. Öyle hızlı dönüyorduk ki, bu dönüşten sarhoş olup, düşerken birbirimizin etlerine gömüldük. Uzaktan gelen bir oduncu şarkısı, şu kopuk şarkı daha da yakınlaştı kulaklarımıza.


Gel, neyleyim kızılağaçgölgesini
Gel, neyapayım sensiz lal günakşamı
Öyle gel, kimsesiz
Lay lay lay
Kalbim unutsun sen yokken
Ah ne yaşadıysa
Hoa hoa hoa
Bu kirlibulut diyarında
Unutsun da öyle gel
Ah n’olur bir tek kendinle gel


Ender Macun, Mayıs 2018

Fotoğraf: Vyacheslav Mishchenko

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder