Yıldızlı yolumdan ağır ağır ilerliyorum. Benim yolum.
Kimse bilmez bu yolu. Kimse… Bilseler de gelmezler peşimden. Gelirlerse
görecekleri var! Ben hareket ettikçe, altımdaki şu taştan dünya ve evren de
hareket ediyor. Duyuyorum. Dünyayı, uçsuz bucaksız yıldızlarevini, evreni… Ben
durunca, her şey duruyor. Ağaçlar, devler, meyveler duruyor. Hayvanlar alemi de…
Her şey beni izliyor sanki. Bu bir rüya mı? Ayaklarım ve kollarım kayboluyor.
Başım, gövdeme gömülüyor. Kendi içime doğru hızlıca küçülüyorum. Bir şey
oluyorum. Yapış yapış bir şey. Yardım edecek kimse yok mu? Heeey, size
sesleniyorum. Sesimi alan kimse yok mu? Yok mu dedim?
Ψ
Biiir…
İkiiii… Üççççç… Hayır. Bir dakika. Olmuyor. Yapamayacağım galiba. Ooooof, bu kadar
da korkak değilim ben. Korkağım. Hayır, değilim ama. Geliyorum. Koşuyoruuum.
Ama devler gibi koşamam ki ben. Olsun. Şimdi hazırım işte. Hadiiiiiii… Hooooooop…
İşte düşüyorum. Ağaçlar ters dönüyor, gökyüzü yeryüzü oluyor, havada dönüyorum.
Yere yaklaştım. Ne olacak şimdi? Ölecek miyim? Sanmam. Zırhım var benim.
Korkmuyorum. Ama yine de gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Hadi ama. Yer nerede?
Nerede kaldı bu yer?
Kendimi
Sıcak taşlardan, sararmış güz çimlerinin üzerine işte böyle bırakıverdim.
Düşüşüm ani oldu. Oooh, çok alâ… Zırhıma da bir şey olmadı. Pırıl pırıl
parlıyor. Ama havadayken çok güzel hissettim, evet. Ben, Yalnızgezen… Hah…
Nasıl da böyle birden güzelleşiveriyor her şey. Birdenbire. Bir düşüş, bu kadar
güzel yapsın beni… Önceden kulağıma fısıldasalardı, fıs fıs fıs… Şöyle
deselerdi mesela: ‘Yalnızgezen… Heeey, Yalnızgezen… Güzelleşmek istiyorsan
aşağı atla… Korkma, bir şey olmaz sana. Biz bunu her akşamüstü yaparız. Unutma,
biz zırhlıyız.’ Korkularım benim…Ama bana kimse söylemedi ki bunu hiç. Kendim
buldum. Hep öyle yaparım ya… Bulunduğum yerden, yani düştüğüm yerden gökyüzüne
baktım. Gözlerim kamaştı. gidengüneş, haşin oklarıyla gözlerimden vurdu.
Gözlerimin zırhı yok ama. Belki de yeryüzü ile tek bağım… Gözlerimi kapayıp
oracıkta uzun bir süre, ayacığımı uzatıp tatlı tatlı akanhayaldiyarına
girdiğimi hatırlıyorum. Bir sağa döndüm, usulcacık, bir de sola. Bir o yana,
bir bu yana. O güz günü, ben Yalnızgezen, nedense, çok ama çok mutluydum.
Mutluydum mu dedim, değiştiriyorum, huzurluydum. Kendime şu ismi taktım:
Huzurluzırh. Hah hah hah. Oldukça yüksek bir yerden atlamıştım, kendi
isteğimle, korkuma rağmen ve gövdem yekpare olarak duruyordu. Vee,
inanmayacaksınız ama bütün uzuvlarımı da kıpırdatabiliyordum. Kıpır da kıpır.
Hah hah hah… Harikaaaa.
Bak…
Uzaktan bir şarkının ezgisi geliyor kulaklarıma. Hey, sana söylüyorum. Akanhayaldiyarıyolcusu…
Bu şarkıyı bir yerlerden hatırlıyorum. Nasıldı? Şöyle… Öhö, öhö… Sanırım
şöyleydi:
Hey kızılağaç, melekayartan
Hey mürdümeriği, ahmak kaçıran
Uyan da gel, bak sabah oldu
Gel hadi, bak gözlerim yaş doldu
Şarkıyı
mırıldanarak, iyice gevşeyerek uykuya daldım. Bu hüzünlü bir eski şarkıydı.
Oduncular söylerdi. Bizim buraların dev oduncuları, her biri birer virtüözdür,
evet öyledir. Çok güzel şarkılar bilirler. Bizim burada, bu çayırda, ilerde
ormanda, şurada köylükyerde herkes, bütün adamlar yani, oduncudur. Bir
söylentiye göre, daha analarının karnındayken şarkı söylemeye başlarmış bunlar.
Hamile oduncu karılarının karınlarından gelen şarkı, yeni bir oduncuyu ya da oduncubekleri
müjdelermiş ve bu şarkıyı dinlemek için uzak diyarlardan konuklar bile
gelirmiş. Oracıkta kız çocuklarına nişanlarlarmış ceninoduncuları. Ben görmedim.
Anlatan üç beş böceğin yalancısıyım.
Doğrusu hayranım ben onlara, şu odunculara diyorum, ‘Keşke benim de
sesim onlarınki kadar güzel olsaydı’ derim bazen kısık sesimle. Ama nerdeee.
Kendim söyler kendim dinlerim. Çünkü…Çünkü ben yalnızgezenim. Huzurluzırh’ım.
Sesiiçineakanım. Benim kimselere değecek, kimselere sövecek sesim yoktur.
Aslında
düşüşüm, yani kendimi uluyangınkulesi’nden çayıra salıvermem, bir işaretti. Bu
işareti kendi kendime göndermiş olabilir miyim acaba? Komik olma ben… Olmaz
öyle şey. Olur, mu hiç… Hah hah hah… Bakın ne oldu. İşaret diyorum… Aşkın işareti.
Islak, pırıl pırıl, katı, huzursuz, yavaş… Aşk mı dedim ben… Aşk ha? Yani.
Şöyle ki…
Tatlı
rüyamdan sıyrılıp yine yeni yerler keşfetmeye çıktığım bir gün, bir de baktım,
önümde giden bir şey var. ‘Bir şey’ diyorum, yani ne bileyim, bana benziyor
desem değil, daha bir alımlı… ama gidiyor. Gidiyor denmez de, sanki salınıyor.
Yolu ardında bırakıyor. Hem de benden önce. ‘Dur’ dedim. ‘Hey’, diye çığırsam olmaz, biliyorum, bizim
buralarda pek hoş karşılanmaz bu tür sesler. Kabalıktır. ‘Şimdi nerden çıktı
bu? Ne güzel yolumdan gidiyordum. Ne diye yoluma çıktı ki.’ dedim içimden. Beni mutlaka tanıyor olmalıydı. Beni
buralarda tanımayan yoktur ki. Çayır beni bilir. Huzurluzırh’ım ben.
Yalnızgezer’im. Yavaş yavaş arkasına, yani bana dönmeye başladı. ‘Başım belaya
girmez umarım.’ diye iç geçirirken… E hadi dön artık.
Yavaş
yavaş yüz yüze geliyorduk işte. Yüzümle yüzünün arasında o kadar küçük bir
mesafe vardı ki bir mürdümeriği yukarıdan ortamıza düşse, ikimizin de yüzüne
değer de öyle çimene düşerdi. Öyle de oldu. Yani yukarılardan bir yerlerden,
bir ağaçtan olma olasılığı büyük, bir meyve düştü. Anlatmakta olduğum öyküden
haberi olmayan bu meyve tam da benim başımın üzerine düşmez mi. Meyve diyorum ama…
Bir meyve azmanı desem yeridir. O kadar yüksekten yere atlayan ve sağ salim
ayağa kalkan ben, Yalnızgezen, kendimi bir anda ıslak çakıltaşlarının üstünde,
tepetaklak olmuş buluverdim, iyi mi. Gözlerimi uzun süre açamadım. Bir vakit
sonra, gözlerimi yavaş yavaş açtığımda, burnumun dibinde bir heybetli atkestanesi
durmaktaydı. Sonra başımı yukarı kaldırdım ve onu gördüm. Tam ağzımı açıp kem
küm edecektim ki ‘Şşşşş’ dedi, ‘konuşma’. ‘Konuşmak mı? Konuşmak ha… Güldürme
beni, karşımdaki…’ diye düşündüm. Biraz gülümsemiş olmalıyım ki, aslında bunu
hiç yapmam, ‘ne gülüyorsun’ dedi…’benim adım Pastora. Senin adın ne?’ Pastora…
Pastora… Bu adı ezberlemek için on defa tekrarladım. ‘Ben Yalnızgezerhuzurluzırh’
dedim gururla ve çarçabuk. ‘Ne uzun adın var’ dedi. ‘Hem yalnızsın hem de
geziyorsun. Hem huzurlu, hem de zırhlısın. Bunu mu anlayalım şimdi adından?’
Bişey söyleyemedim. Fakat sonra, ‘senin de zırhın var ama’ dedim haytaca
gülümseyerek. ‘O bir kabuk, salak’ dedi bilgiç bir tavırla. Pastora, tepetaklak
olmuş beni uzun bir mücadeleyle kaldırmaya uğraştı düştüğüm yerden. ‘Bırak
beni’ dedim. ‘Ben yaparım.’ Sonra da derin bir aaahhhh çektim. Bir yerlerim
incinmiş olmalıydı. O da, ‘Geber’ dedi ve çekip gitti. Çekip gittiği kuytu yere
doğru, ‘heeeey, gel hadi, tamam, gel kaldır beni’ diye bağırdım avazım çıktığı
kadar.
Yolunu
kaybettiğini söyledi. Oturduk. Buna oturmak denirse tabi. Güneş batmak
üzereydi. Zırhım, yani kabuğum çizilmişti. Nerelerden gelip nerelere gidiyordum?
Ağır ağır konuştuk. E öyle işte… Uykumuz geldi, uyuduk. Yıldızların altında,
çimen hışırtılarıyla, bir yosunlu dalda, beraber ilk rüyalarımızı gördük. Ben
Pastora’nın rüyasına, Pastora da benim rüyama girdi. Sabah oldu, uyanmakta
güçlük çektik. Ama uyandık. Hiç esnemedik. Kalkıp çakıllıyola doğru yürüdük.
Çakıllıyolun tam da ortasında durduk. Kısaca vedalaştık. O Kuzeye, ben Güneye
doğru ağır ağır yola çıktık. Daha dere tepe düz gitmeden henüz, yolumdan
döndüm. Gerisin geriye gitmeye başladım. Hayatımda bu kadar hızlı yol aldığımı
hatırlamıyorum. İsteyince oluyormuş meğer.
‘Heeey’ dedim, ‘Pastora’. Durdu. Bana doğru döndü. ‘Sonra yine gelsene’
dedim sıkılarak. ‘Gelirim’ dedi.
Biz
salyangozlar ketum varlıklarızdır. Kimseye verecek sözümüz yoktur. Ama o bana
bir söz verdi. Salyangozaleminde hayra alamet değildir bu. İki günbatımı geçti.
Daha bir batım var buluşmamıza. Yani ‘sonra’ya. ‘Bir sonra’, üç günbatımı eder
bizim asil salyangoztakviminde. Ne garip. Bir arı gibi vızır vızır hissediyorum
kendimi. Kabuğum geriliyor. Kanatlanıyor muyum… Sanki pıtır pıtır kırılıp yerle
yeksan olacak da ben yerden havalanacağım.
Bir kızılkertenkele gibi huzursuzum. Rengimi, biçimimi yeniden buluyorum.
Pastora… Pastoral… Pastoral… Neredesin?
Pılımı pırtımı toplayıp Kuzeye, onun yanına gitsem, bulur muyum,
bulabilir miyim acaba? Pılım pırtım yok
ki benim, neler saçmalıyorum yine. Kuzeye de bi kaç kez gittiydim. Ah, gel
günbatımı.
Yolun
kıyısında, zifirsiyah bir çakılın üstüne tünemiş beni bekliyordu. Gövdesine
usulca yaklaştım. ‘Pastora’ dedim. Beni susturdu. ‘Sen salyangozaleminin en çok
konuşan salyangozu olmalısın’ dedi. Utandım. Oysa bir şey dememiştim ki.
Susadık. Bir su birikintisinde hem ağır ağır yıkandık, hem su içtik. Yorulduk.
Durup tam bir günbatımı dinlendik. Oduncuların yaktığı yaprakların tütsülü
dumanı içimize işledi. Sarhoş olduk. Bu sarhoşlukla yan yana uyuduk. O gece
vakti, yarı sarhoş, yarı uykulu, senli benli olduk. Sonrasında da Pastora bensiz,
ben de Pastora’sız yapamaz olduk. Benim kovuğumda beraber ağladık. Abarttık, öküzsinekleri
yakalayıp yedik, ölüyabanarısı sütü içtik. Benim yaprağım üzerinde, kıtırak
bedenlerimiz birbirine değerek günlerce uyuduk. Uyandık. Birbirimize dokunduk.
Yine uyuduk. Yapraktan kalkamadık. Kalkmak istemedik. Yola düşmek istemedik.
Her
gece gibi bir geceydi. Gece ayaz vardı. Birbirimize usulca sokulduk. Ben
gözlerimi sımsıkı yumdum. Pastora gözlerini sımsıkı yumdu. Kısa tüylerimiz
varmış bizim. O vakit anladım. Onun tenine daha değmeden tüylerimiz birbirine
yaklaştı. Bu çok hoşumuza gitmiş olmalı ki tüylerimizi birbirine değdirme-çekme
oyunu oynadık. ‘Benimle uzakları seyretmeye gelir misin’, dedim. ‘Gelmem mi’,
dedi. ‘Gelmem mi hiç…’ Bir ezgi akıyordu kulağımıza uzaklardan. ‘Bu benim
şarkım’ dedi sevinçle. Oduncular günün ilk saatleriyle çayıra çıkmış
olmalıydılar. Yola çıkmadan önce, şarkıya birlikte eşlik ettik:
Aç, hadi aç avucunu
Sana bir dal vereceğim
Tut, hadi tut o yosun dalı
Cesur ol ve düş yola
Cesur ol ve koş yola
Lay lay lay
Yabankaya’ya,
uzakları göreceğimiz yere doğru nihayet yola çıktık. Yolda, Pastora’ya dedim
ki: ‘Sen bir ot musun yoksa tütsü mü?’ ‘Ben bir tütsüyüm’, dedi. ‘Peki’, dedim, ‘sen bulut musun yoksa yağmur mu?’ ‘Bulutum
tabii ki de, şapşal’, dedi. O da bana sordu: ‘Peki sen? Ya sen? Var mısın yoksa
yok mu?’ Durdum. Bişey diyemedim. ‘Senle varım, sensiz yokum’, diyebildim
kekeleyerek. ‘Ben de’, dedi. Yabankaya’ya vardık. Uslugürgengölgesinde oturup
soluklandık. Sonra da uçsuzuzaklara baktık. Uzaklardan, Yukarıdiyar’dan, bir beyaz latifkuşu geçti, bir Alaşahin,
latifkuşunun peşinden ustaca gitti, oduncular, Aşağıtestereyolu’nda büyük bir
Hilâlkoruağaç devirdiler. Bu gürültüyle ormandaki bazı hızlı hayvanlar kaçıştı.
Biz, olduğumuz yerde kaldık. Dedi ki bana: ‘Hani sen o taşlardan kendini
bıraktın ya…’ ‘Evet’, dedim, ‘bıraktım.’ ‘Seni görmüştüm ya… Bana büyük bir güç
verdin. Şu Alagölbalığı kadar güçlü hissettim.’ ‘Hem… Hem sen nereden gördün
benim o taşlıktan düşüşümü? Beni mi izliyordun?’ ‘Evet’, dedi…’Seni izliyordum’.
‘Eeeee’, dedim… ‘Ne düşünüyorsun?’ ‘Hiç’, dedi. ‘Atlamak’, dedi sonra da. Ne
dedi? ‘Atlamak’, dedi. ‘Nereden atlamak yani?’ Dedi ki, ‘buradan, Yabankaya’dan
aşağı atlamak.’ Yabankaya yaklaşık binmilyonbeşyüzatmışbeşbinsekizyüz salyangoz
boyu eder. Takriben. ‘Delirmiş olmalısın Pastora’, dedim. Sonra da, ‘Peki’, dedim, ‘atlayınca ne
olacak? Ölürüz.’ ‘Ölmeyiz, merak etme Yalnızgezen’, dedi. ‘Ben aşağıdiyarda
yaşamak istiyorum, bunun da tek yolu, buradan atlamak, biliyorsun. Ya da burada
oturup bekleyeceğiz, ta ki bir Alakarga bizi sırtına alıp da aşağıdiyara
taşıyana kadar. Hem biliyorsun, Alakargalar onyüzbinyıllardır böyle bir kıyak
yapmamışlardır biz salyangozlara’. ‘Evet’, dedim, ‘haklısın Pastora.
Aşağıdiyar, yaşamak için mükemmel bir yer. Tamam. Atlarım seninle… Ama ya
ölürsek? Ama ya ölürsek…’ Bu soruyu uzun
zamandır soruyordum kendime. Tekil olarak tabii. ‘Ya ölürsem…’
Bana
sarıldı. Gözlerimiz birbirine değdi.
Bütün uzuvlarımız birbirine değdi. Yapıştık. Çok sıkı tutunduk. Akşamserininde
yuvarlak tek bir top olduk. Her bir yerimizi topun içinde topladık. Çok
güçlüydük. Pastora kabuğundan çıkardığı ayacığıyla kabuktopumuzu itti.
Yuvarlandık. Önce çalılardan geçtik. Hızlandık. Bir yosunlutaşın üzerine
zıplayıp daha hızlı yol aldık. Vee hooop, havadaydık. Kabuklarımızdan usulca
kafalarımızı çıkarıp aşağıda, yukarıda değiş tokuş yapan yer ve gök alemlerini
seyrettik. Öyle hızlı dönüyorduk ki, bu dönüşten sarhoş olup, düşerken
birbirimizin etlerine gömüldük. Uzaktan gelen bir oduncu şarkısı, şu kopuk
şarkı daha da yakınlaştı kulaklarımıza.
Gel, neyleyim kızılağaçgölgesini
Gel, neyapayım sensiz lal günakşamı
Öyle gel, kimsesiz
Lay lay lay
Kalbim unutsun sen yokken
Ah ne yaşadıysa
Hoa hoa hoa
Bu kirlibulut diyarında
Unutsun da öyle gel
Ah n’olur bir tek kendinle gel
Ender
Macun, Mayıs 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder