Dişçi
koltuğunu andıran uzun koltukta uzanıyordu. Ayak ucundaki refakatçi
sandalyesinde oturan annesi, kendisine o akşam yapacağı yemeklerden bahsediyordu.
Serum takılmasından bir farkı yoktu görünürde bu işin. İlk başladığında doktor
iki saat sürer demişti ve aşağı yukarı o kadar sürüyordu. Kemoterapi yerine
kemo deyince önemsiz bir şeyden, hatta yakın bir arkadaştan bahseder gibi
olduğundan, genelde kelimenin kısa halini kullanıyordu. Hastanenin bu odası
oldukça büyüktü. Koltuğunda aynı şekilde oturmakta olan yaklaşık on beş kişi
vardı. Hepsinin sağında ve solunda eni ve boyu görüşü pek engellemeyen birer
paravan duruyordu. Çoğunluk yirmi- kırk
yaş aralığındaydı. Hep birlikte içerde oturmuş kemoterapi alıyorlardı. Zeynep’in
karşısında otuzlarının sonunda, solunda yirmilerinin başında görünen birer
kadın ve sağında daha önceki sohbetlerinden üniversite öğrencisi olduğunu
bildiği genç bir adam vardı. İki kenarda duran paravanların üzerinden ve
kenarlarından diğer insanları kısmen görüyordu, fakat ayakucunda herhangi bir engel olmadığından
karşısındaki sürekli görüş alanındaydı. Bu odaya ilk geldiğinde herkesin yaşlı
olmasını beklemişti içten içe, ama öyle olmadığını görünce şaşırmıştı.
Hastalar
sakince uzanmış, ilaçlarının bitmesini bekliyorlardı. İşi biten sessizce
çıkıyordu. Kendisini hemşirelerin yönlendirmesine teslim etmiş biri ağır
hareketlerle gelip onun yerini alıyordu. Aynı şekilde sessizce. Zeynep,
kendisine ait olmadığı halde sevdiği ve her ay gidip düzenli bakımını
yaptırdığı, bronz teniyle muhteşem bir uyum içinde olan kahverengi protez
saçlarının önüne düşen kahkülleri arasından annesine baktı. Kadın, sohbete ara
verdiklerinde hep yaptığı gibi, etrafı izliyordu. Ve yüzünde yine o hafif gülümseme
vardı. Bitkin görünüşüne rağmen, refakatçilerin yüzlerinde görev gibi
taşıdıkları, yakınlarına moral verme, umutlu görünme ifadesiydi bu. Zeynep de gözlerini
odanın içinde gezdirdi. İçerdekilerin her biri, orada bir yanlışlık sonucu
bulunuyormuş gibiydi. Sanki birazdan hastaların hepsi kollarına takılı iğneleri söküp atacak ve uzandıkları yerden
kalkıp “Bir bira alabilir miyim?” diyeceklerdi.
Sağındaki
genç elinde tuttuğu birayı şerefe der gibi Zeynep’e doğru kaldırıp, büyük bir
yudum aldı. Sahnede Inrock grubu, Everything’s Coming up Roses adlı parçayı
çalıyordu. Kalabalığın arasından güçlükle yürüyerek kapıya çıkıp, nerede
olduğunu anlamak için bir isim, bir iz aradı. If Performance Hall. 2003’E HOŞ GELDİNİZ
yazıyordu kapıda. Mekanı hemen tanıdı. Ankara’da, Tunus’taydı. İçeri dönüp
etrafına baktı. İnsanlar yüzlerini sahneye dönmüş, parçaya eşlik ediyorlardı.
Birbiriyle sohbet eden, oturan ya da telefonuyla oynayan kimse yoktu; grubu
dinlemeye gelmişlerdi. Nokia 3310’unu çıkarıp saate baktı. 01:18. Telefonu
cebine attıktan sonra sahnedekileri dinleyerek, parçaya eşlik etmeye başladı.
Sahnede çalanlar kendilerini yaptıkları müziğe bırakmışlardı ve izleyicilerden
daha çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Gitarist sigarasından derin bir nefes
aldıktan sonra sigarayı gitarın sapıyla, telleri arasına sıkıştırdı. Bu
hareketle birlikte solo performansın geldiğini anlayan Zeynep, sevindi.
“Ben
geldim!”
Annesi
yorgunluğunu sesinin çatalının arasında bir yerlere gizlemeye çalıştı. “Hoş
geldin, Özelcim. Nasılsın?”
Ayaküstü,
hızlandırılmış sohbetten sonra annesi sandalyesini Özel’e bırakıp çıktı.
Hastanın yanında bir kişinin durmasına izin verildiği için Zeynep’in yanına
gelen kişiler de toplam zamanı bölüşüp, performanslarını solo sergiliyorlardı.
Bu seansın solo performansları geçenki kemodan daha iyi olacak gibi
görünüyordu. Son seans sürekli ağlayarak “Sen çok güçlüsün, canım kızım” diyen
teyzesinden dolayı zor geçmişti. Kemoterapi seanslarında yanında bulunan kişinin
kendisinde yarattığı ruh hali, seans sonrasındaki günlere de yansıyor,
ağrılarının dozunu bile belirleyebiliyordu. O yüzden eşi hasta olduğu için
gelemeyeceğini üzülerek bildiren teyzesine, sevinerek “Gerek yok teyzecim,
zaten yanımda üç kişi olacak bu kez,” demişti.
Özel’e
dönüp, karşılarında oturan kadını daha önce de gördüğünü ve kadının yeni bir
peruk taktığını söyledi.“Bu daha çok yakışmış.”
Kadın
dönüp, onlara doğru gülümsedi. Zeynep ve Özel de hafifçe gülümseyerek karşılık
verdiler. Yanında oturan yaşlı adam fısıltıyla bir şeyler anlatıyordu ona.
Odada herkesin yanında oturan bir kişi vardı ve oturanların çoğu telefonlarıyla
oynuyorlardı. Özel, Zeynep’in sağ tarafında oturan genç erkeğe bakıp, “Ben de
şu yandakini hatırlıyorum.” dedi. Tek gelmiş yine.”
“Evet,
o hep yalnız geliyor.”
“Ben
kahve alacağım, ister misin sen de canım?”
“Hayır
canım, al sen.”
Zeynep
burnuna gelen kahve kokusunu içine çekti.
“Hmm,
nefis!”
“Evet,
buranın kahveleri güzel. Ama biraz kalabalık işte.”
Yan
masalarda insanlar ikili, üçlü gruplar halinde oturmuş, kahve ve sigara
eşliğinde sohbet ediyorlardı. Beşiktaş’ta bir kafede, kapının önündeki
masalardan birinde renkli fincanlar içinde türk kahvesi içiyorlardı. Zeynep
lokumunu ağzına atıp, “Her yerde koli var. Bu kadar iş yoğunluğunun arasında
nasıl hallederim bu yerleşme işini bilmiyorum.” diye dert yandı. “Off, yarın iş
çıkışı perdeciye gitmem lazım.”
“İstersen
bugün bende kal. Çok yoruldun, yarın devam edersin.”
“Yok,
bir an önce halletmem lazım. Evin içini tam yerleştirmeden rahat etmem.”
“Biliyorum.”
“Gerçi
yarın iş çıkışı toplantı olabilir. Ben perdeciyi bir gün sonraya erteleyeyim.
Yarın şu banyo kapısı işini hallederim. Onlar sekize kadar gelebiliriz
dediler.”
“İstersen
perde işini ben hallederim, yarın işim yok.”
“Sağol,
canım benim. Söylemen yeterli. Bu evle ilgili her şeyi tek başıma halletmek
istiyorum. Ailemden ya da herhangi bir arkadaşımdan en ufak bir yardım almadan,
kendim başarmak istiyorum. Uzun süredir verdiğim savaşı biliyorsun, ama bunun
zaferi de bana ait olsun istiyorum. O zaman o evde, kendi yarattığım bu alanda
daha huzurlu yaşayacağım. O yüzden, ben hallederim.”
“Biliyorum…
Yine de yardıma ihtiyacın olduğunu düşünürsen, ben buradayım.”
Zeynep,
gri ve siyah üzerine kırmızı çiçekli elbisesine uyumlu olduğu için taktığı gri
saatine baktı. 11:00. Bitmesine yaklaşık yarım saat kalmıştı. Yanında oturan
Özel, komik bir olay anlatıp, gülüyordu. Zeynep anlattıklarının tamamına
dikkatini veremese de sonunu yakalamıştı. “Sen benim için fazla gençsin dedim.”
İki
kadın gülüşürken Ulaş’ın sesi araya girdi. “Nasıl gidiyor bakalım?”
Neşeli,
kendinden emindi. Ne olursa olsun yıkılmaz gibi duruyordu. Sakinim, dengeliyim,
ortada panik yapacak bir şey yok, beni örnek alın hepiniz, mesajı veriyordu her
zamanki gibi. Zeynep önce yüzüne, sonra yüzük parmağına baktı. Ne yüzük, ne de
izi vardı.
Sonra
kendi eline baktı. Sol elinin yüzük parmağında hala iz vardı. Uzunca süre
yüzüğü çıkaramamış, alışkanlıktan diyerek takmaya devam etmişti. Birkaç gün
önce Ulaş’ın kemoterapi seansına onunla birlikte gelmek istediğini söylemesiyle
bunun bir gurur meselesi olduğuna karar verip, çıkarmıştı. Sol elini o parmak
görülmeyecek şekilde tutmaya çalıştı.
“İyidir.
Bu kez ağrı, bulantı yok, yani şimdilik. Rahat geçiyor.”
Özel sandalyesini
Ulaş’a verip kalktı. “Bir şey olursa seslenirsin. Kapının önündeyim.”
Ulaş
yüzündeki yarım gülümsemeyle, uzun uzun Zeynep’e baktı. “İyi görünüyorsun…
Konuştun mu doktorla?”
“Konuştum.
Ameliyat tarihi 5 Aralık.”
Ellerini
göğsünün üzerinde kavuşturdu. Ulaş onun kollarına bakıp gülünce, o da gülerek
karşılık verdi. İkisinin aklına aynı şey gelmişti. Tartıştıkları sırada bu
hareketi her yaptığında “ellerini göğsünün üzerinde kavuşturmak iletişime
kapalı olduğun anlamına gelir. Sen benle konuşmak istemiyorsun” ya da “Bak yine
aynı şeyi yapıyorsun, kapattın kendini” gibi şeyler söylerdi Ulaş. Bunu yıllar
önce bir seminerde öğrenmişti. Ama dünyanın bu kısmında yaşayan her kadının
aslında memelerini saklamak için bu hareketi istemsizce yaptığı hiçbir
seminerde anlatılmamıştı ona. Ülkedeki diğer kadınlar gibi Zeynep de
profesyonel bir meme saklayıcıydı. Onları korumanın en önemli görevlerinden biri
olduğunu daha onlar büyümeden öğrenmişti. On iki yaşından beri, öne eğildiğinde
bluzunun boyun kısmını hafifçe tutmaktan, dar bir kıyafet giydiğinde üzerine
bir şal almaya kadar her türlü numarada ustalaşmıştı. Karşısındaki doktora
baktı. Kollarıyla memelerini sarmış, şimdi de onları doktordan korumaya
çalışıyordu. Özellikle soldakini çok iyi saklamalıydı. Kollarını iyice sıkarak
bağırıyordu. “Lütfen tamamını almayın! Umrumda değil sonucu, ne olursunuz
almayın! Söz verin bana! Tek isteğim bu! Hayır istemiyorum, almayın!” Kollarını
kimse açamasın diye var gücüyle sıkıyordu. Dişleri birbirine kenetlenmişti.
Artık doktorla dişlerinin arasından konuşuyordu. “Almayacağınıza söz verin
önce.”
“Tamamdır,
Zeynep Hanım. Bitti.” Gözlerini açtığında kollarının acısından duramıyordu.
Ulaş yanında oturmuş, genellikle yaptığı gibi telefonuyla oynuyordu. Hemşire
iğneyi çıkardıktan sonra birkaç dakika uyku sersemi haliyle koltukta kaldı.
Hemşire, “Hemen kalkmanıza gerek yok, dinlenebilirsiniz,” dedi ama bir an önce
gitmek istiyordu. Kollarının ve bacaklarının ağrısına rağmen ayağa kalkmaya
yeltendi. Ulaş koluna girince kalkabildi ve kapıya doğru yürümeye başladılar.
Annesi ve babası karşılarındaydı. Kuzenleri, arkadaşları, uzaktan akrabaları,
Ulaş’ın anne ve babası kendilerine bakarak alkışlıyorlardı. Herkes çok
mutluydu. Nikah memurunun olduğu masaya doğru kolkola ilerlerken Zeynep ‘neden
kısa topuklu ayakkabıları almadım. Hem gelinlikle daha uyumluydu’ diye
düşünerek kırmızı halı üzerinde güçlükle yürümeye devam etti. Ulaş’ın koluna
tutunmasa yürüyemezdi. Herkes delirmişçesine alkışlıyordu. Sağ tarafına bakınca
peruğu yeni değişen kadını gördü. Yattığı yerden, yanındaki yaşlı adamla
birlikte alkışlıyorlar, “En büyük Zeynep!” diye bağırıyorlardı. Üniversiteli
çocuk “Zeyneeep!” diye bağırarak, elini uzatıyordu. Tüm hastalar ünlü bir
şarkıcının konserine gelmişçesine Zeynep diye çığlıklar atıyor, ona dokunmaya
çalışıyorlardı. Kemoterapi bölümünün girişindeki hemşireler sevinç gözyaşları
içinde alkışlıyor, ıslıklar çalıyorlardı. Onkolojideki odasından asla çıkmayan
ve sürekli masasında oturan doktor, kapının önüne çıkmış, tek başına çığlıklar
atarak kankan dansı yapıyordu. Kattaki temizlik görevlisi elindeki boş damacananın
içinden havai fişekler patlatıyor, diğer görevliler koridora doluşmuş balonlar
fırlatıyorlardı. Arkasından çığlık atan ve alkışlayan hastalardan birkaçı
komfeti patlattıkça diğerleri daha da coşuyor, kimi de ona doğru rengarenk
çiçekler atıyordu. Onkoloji bölümünün otomatik kapısı açıldığında kendisini
daha iyi hissediyordu. Artarak devam eden
çığlıklar ve coşku seli cesaretini yerine getirmişti. Ulaş’ın kolunu bıraktı.
Asansörün düğmesine bastı. Kapı açılınca, karşısındaki boy aynasında kendini
gördü. Yorgun bakışlarının arasındaki ince pırıltıyı seçti. Kendisini iki kat yukarıya taşıyacak asansör
kabinine girererken aynaya gülümsedi. Son kemoterapisi bitmişti. Birazdan kapı
kapanacak, sonra yeniden açılacak ve önünde yepyeni, henüz yaşanmamış bir hayat
uzanacaktı.
Cemile Özyakan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder