Kemoterapi - Cemile Özyakan - Sevdalım Hayat
Kemoterapi - Cemile Özyakan

Kemoterapi - Cemile Özyakan

Paylaş

 Kemoterapi

Dişçi koltuğunu andıran uzun koltukta uzanıyordu. Ayak ucundaki refakatçi sandalyesinde oturan annesi, kendisine o akşam yapacağı yemeklerden bahsediyordu. Serum takılmasından bir farkı yoktu görünürde bu işin. İlk başladığında doktor iki saat sürer demişti ve aşağı yukarı o kadar sürüyordu. Kemoterapi yerine kemo deyince önemsiz bir şeyden, hatta yakın bir arkadaştan bahseder gibi olduğundan, genelde kelimenin kısa halini kullanıyordu. Hastanenin bu odası oldukça büyüktü. Koltuğunda aynı şekilde oturmakta olan yaklaşık on beş kişi vardı. Hepsinin sağında ve solunda eni ve boyu görüşü pek engellemeyen birer paravan duruyordu.  Çoğunluk yirmi- kırk yaş aralığındaydı. Hep birlikte içerde oturmuş kemoterapi alıyorlardı. Zeynep’in karşısında otuzlarının sonunda, solunda yirmilerinin başında görünen birer kadın ve sağında daha önceki sohbetlerinden üniversite öğrencisi olduğunu bildiği genç bir adam vardı. İki kenarda duran paravanların üzerinden ve kenarlarından diğer insanları kısmen görüyordu, fakat  ayakucunda herhangi bir engel olmadığından karşısındaki sürekli görüş alanındaydı. Bu odaya ilk geldiğinde herkesin yaşlı olmasını beklemişti içten içe, ama öyle olmadığını görünce şaşırmıştı.

Hastalar sakince uzanmış, ilaçlarının bitmesini bekliyorlardı. İşi biten sessizce çıkıyordu. Kendisini hemşirelerin yönlendirmesine teslim etmiş biri ağır hareketlerle gelip onun yerini alıyordu. Aynı şekilde sessizce. Zeynep, kendisine ait olmadığı halde sevdiği ve her ay gidip düzenli bakımını yaptırdığı, bronz teniyle muhteşem bir uyum içinde olan kahverengi protez saçlarının önüne düşen kahkülleri arasından annesine baktı. Kadın, sohbete ara verdiklerinde hep yaptığı gibi, etrafı izliyordu. Ve yüzünde yine o hafif gülümseme vardı. Bitkin görünüşüne rağmen, refakatçilerin yüzlerinde görev gibi taşıdıkları, yakınlarına moral verme, umutlu görünme ifadesiydi bu. Zeynep de gözlerini odanın içinde gezdirdi. İçerdekilerin her biri, orada bir yanlışlık sonucu bulunuyormuş gibiydi. Sanki birazdan hastaların hepsi kollarına takılı  iğneleri söküp atacak ve uzandıkları yerden kalkıp “Bir bira alabilir miyim?” diyeceklerdi.

Sağındaki genç elinde tuttuğu birayı şerefe der gibi Zeynep’e doğru kaldırıp, büyük bir yudum aldı. Sahnede Inrock grubu, Everything’s Coming up Roses adlı parçayı çalıyordu. Kalabalığın arasından güçlükle yürüyerek kapıya çıkıp, nerede olduğunu anlamak için bir isim, bir iz aradı. If Performance Hall. 2003’E HOŞ GELDİNİZ yazıyordu kapıda. Mekanı hemen tanıdı. Ankara’da, Tunus’taydı. İçeri dönüp etrafına baktı. İnsanlar yüzlerini sahneye dönmüş, parçaya eşlik ediyorlardı. Birbiriyle sohbet eden, oturan ya da telefonuyla oynayan kimse yoktu; grubu dinlemeye gelmişlerdi. Nokia 3310’unu çıkarıp saate baktı. 01:18. Telefonu cebine attıktan sonra sahnedekileri dinleyerek, parçaya eşlik etmeye başladı. Sahnede çalanlar kendilerini yaptıkları müziğe bırakmışlardı ve izleyicilerden daha çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Gitarist sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra sigarayı gitarın sapıyla, telleri arasına sıkıştırdı. Bu hareketle birlikte solo performansın geldiğini anlayan Zeynep, sevindi.

“Ben geldim!”

Annesi yorgunluğunu sesinin çatalının arasında bir yerlere gizlemeye çalıştı. “Hoş geldin, Özelcim. Nasılsın?”

Ayaküstü, hızlandırılmış sohbetten sonra annesi sandalyesini Özel’e bırakıp çıktı. Hastanın yanında bir kişinin durmasına izin verildiği için Zeynep’in yanına gelen kişiler de toplam zamanı bölüşüp, performanslarını solo sergiliyorlardı. Bu seansın solo performansları geçenki kemodan daha iyi olacak gibi görünüyordu. Son seans sürekli ağlayarak “Sen çok güçlüsün, canım kızım” diyen teyzesinden dolayı zor geçmişti. Kemoterapi seanslarında yanında bulunan kişinin kendisinde yarattığı ruh hali, seans sonrasındaki günlere de yansıyor, ağrılarının dozunu bile belirleyebiliyordu. O yüzden eşi hasta olduğu için gelemeyeceğini üzülerek bildiren teyzesine, sevinerek “Gerek yok teyzecim, zaten yanımda üç kişi olacak bu kez,” demişti.

Özel’e dönüp, karşılarında oturan kadını daha önce de gördüğünü ve kadının yeni bir peruk taktığını söyledi.“Bu daha çok yakışmış.”

Kadın dönüp, onlara doğru gülümsedi. Zeynep ve Özel de hafifçe gülümseyerek karşılık verdiler. Yanında oturan yaşlı adam fısıltıyla bir şeyler anlatıyordu ona. Odada herkesin yanında oturan bir kişi vardı ve oturanların çoğu telefonlarıyla oynuyorlardı. Özel, Zeynep’in sağ tarafında oturan genç erkeğe bakıp, “Ben de şu yandakini hatırlıyorum.” dedi. Tek gelmiş yine.”

“Evet, o hep yalnız geliyor.”

“Ben kahve alacağım, ister misin sen de canım?”

“Hayır canım, al sen.”

Zeynep burnuna gelen kahve kokusunu içine çekti.

“Hmm, nefis!”

“Evet, buranın kahveleri güzel. Ama biraz kalabalık işte.”

Yan masalarda insanlar ikili, üçlü gruplar halinde oturmuş, kahve ve sigara eşliğinde sohbet ediyorlardı. Beşiktaş’ta bir kafede, kapının önündeki masalardan birinde renkli fincanlar içinde türk kahvesi içiyorlardı. Zeynep lokumunu ağzına atıp, “Her yerde koli var. Bu kadar iş yoğunluğunun arasında nasıl hallederim bu yerleşme işini bilmiyorum.” diye dert yandı. “Off, yarın iş çıkışı perdeciye gitmem lazım.”

“İstersen bugün bende kal. Çok yoruldun, yarın devam edersin.”

“Yok, bir an önce halletmem lazım. Evin içini tam yerleştirmeden rahat etmem.”
“Biliyorum.”

“Gerçi yarın iş çıkışı toplantı olabilir. Ben perdeciyi bir gün sonraya erteleyeyim. Yarın şu banyo kapısı işini hallederim. Onlar sekize kadar gelebiliriz dediler.”

“İstersen perde işini ben hallederim, yarın işim yok.”

“Sağol, canım benim. Söylemen yeterli. Bu evle ilgili her şeyi tek başıma halletmek istiyorum. Ailemden ya da herhangi bir arkadaşımdan en ufak bir yardım almadan, kendim başarmak istiyorum. Uzun süredir verdiğim savaşı biliyorsun, ama bunun zaferi de bana ait olsun istiyorum. O zaman o evde, kendi yarattığım bu alanda daha huzurlu yaşayacağım. O yüzden, ben hallederim.”

“Biliyorum… Yine de yardıma ihtiyacın olduğunu düşünürsen, ben buradayım.”

Zeynep, gri ve siyah üzerine kırmızı çiçekli elbisesine uyumlu olduğu için taktığı gri saatine baktı. 11:00. Bitmesine yaklaşık yarım saat kalmıştı. Yanında oturan Özel, komik bir olay anlatıp, gülüyordu. Zeynep anlattıklarının tamamına dikkatini veremese de sonunu yakalamıştı. “Sen benim için fazla gençsin dedim.”

İki kadın gülüşürken Ulaş’ın sesi araya girdi. “Nasıl gidiyor bakalım?”

Neşeli, kendinden emindi. Ne olursa olsun yıkılmaz gibi duruyordu. Sakinim, dengeliyim, ortada panik yapacak bir şey yok, beni örnek alın hepiniz, mesajı veriyordu her zamanki gibi. Zeynep önce yüzüne, sonra yüzük parmağına baktı. Ne yüzük, ne de izi vardı.

Sonra kendi eline baktı. Sol elinin yüzük parmağında hala iz vardı. Uzunca süre yüzüğü çıkaramamış, alışkanlıktan diyerek takmaya devam etmişti. Birkaç gün önce Ulaş’ın kemoterapi seansına onunla birlikte gelmek istediğini söylemesiyle bunun bir gurur meselesi olduğuna karar verip, çıkarmıştı. Sol elini o parmak görülmeyecek şekilde tutmaya çalıştı.

“İyidir. Bu kez ağrı, bulantı yok, yani şimdilik. Rahat geçiyor.”

Özel sandalyesini Ulaş’a verip kalktı. “Bir şey olursa seslenirsin. Kapının önündeyim.”

Ulaş yüzündeki yarım gülümsemeyle, uzun uzun Zeynep’e baktı. “İyi görünüyorsun… Konuştun mu doktorla?”

“Konuştum. Ameliyat tarihi 5 Aralık.”

Ellerini göğsünün üzerinde kavuşturdu. Ulaş onun kollarına bakıp gülünce, o da gülerek karşılık verdi. İkisinin aklına aynı şey gelmişti. Tartıştıkları sırada bu hareketi her yaptığında “ellerini göğsünün üzerinde kavuşturmak iletişime kapalı olduğun anlamına gelir. Sen benle konuşmak istemiyorsun” ya da “Bak yine aynı şeyi yapıyorsun, kapattın kendini” gibi şeyler söylerdi Ulaş. Bunu yıllar önce bir seminerde öğrenmişti. Ama dünyanın bu kısmında yaşayan her kadının aslında memelerini saklamak için bu hareketi istemsizce yaptığı hiçbir seminerde anlatılmamıştı ona. Ülkedeki diğer kadınlar gibi Zeynep de profesyonel bir meme saklayıcıydı. Onları korumanın en önemli görevlerinden biri olduğunu daha onlar büyümeden öğrenmişti. On iki yaşından beri, öne eğildiğinde bluzunun boyun kısmını hafifçe tutmaktan, dar bir kıyafet giydiğinde üzerine bir şal almaya kadar her türlü numarada ustalaşmıştı. Karşısındaki doktora baktı. Kollarıyla memelerini sarmış, şimdi de onları doktordan korumaya çalışıyordu. Özellikle soldakini çok iyi saklamalıydı. Kollarını iyice sıkarak bağırıyordu. “Lütfen tamamını almayın! Umrumda değil sonucu, ne olursunuz almayın! Söz verin bana! Tek isteğim bu! Hayır istemiyorum, almayın!” Kollarını kimse açamasın diye var gücüyle sıkıyordu. Dişleri birbirine kenetlenmişti. Artık doktorla dişlerinin arasından konuşuyordu. “Almayacağınıza söz verin önce.”

“Tamamdır, Zeynep Hanım. Bitti.” Gözlerini açtığında kollarının acısından duramıyordu. Ulaş yanında oturmuş, genellikle yaptığı gibi telefonuyla oynuyordu. Hemşire iğneyi çıkardıktan sonra birkaç dakika uyku sersemi haliyle koltukta kaldı. Hemşire, “Hemen kalkmanıza gerek yok, dinlenebilirsiniz,” dedi ama bir an önce gitmek istiyordu. Kollarının ve bacaklarının ağrısına rağmen ayağa kalkmaya yeltendi. Ulaş koluna girince kalkabildi ve kapıya doğru yürümeye başladılar. Annesi ve babası karşılarındaydı. Kuzenleri, arkadaşları, uzaktan akrabaları, Ulaş’ın anne ve babası kendilerine bakarak alkışlıyorlardı. Herkes çok mutluydu. Nikah memurunun olduğu masaya doğru kolkola ilerlerken Zeynep ‘neden kısa topuklu ayakkabıları almadım. Hem gelinlikle daha uyumluydu’ diye düşünerek kırmızı halı üzerinde güçlükle yürümeye devam etti. Ulaş’ın koluna tutunmasa yürüyemezdi. Herkes delirmişçesine alkışlıyordu. Sağ tarafına bakınca peruğu yeni değişen kadını gördü. Yattığı yerden, yanındaki yaşlı adamla birlikte alkışlıyorlar, “En büyük Zeynep!” diye bağırıyorlardı. Üniversiteli çocuk “Zeyneeep!” diye bağırarak, elini uzatıyordu. Tüm hastalar ünlü bir şarkıcının konserine gelmişçesine Zeynep diye çığlıklar atıyor, ona dokunmaya çalışıyorlardı. Kemoterapi bölümünün girişindeki hemşireler sevinç gözyaşları içinde alkışlıyor, ıslıklar çalıyorlardı. Onkolojideki odasından asla çıkmayan ve sürekli masasında oturan doktor, kapının önüne çıkmış, tek başına çığlıklar atarak kankan dansı yapıyordu. Kattaki temizlik görevlisi elindeki boş damacananın içinden havai fişekler patlatıyor, diğer görevliler koridora doluşmuş balonlar fırlatıyorlardı. Arkasından çığlık atan ve alkışlayan hastalardan birkaçı komfeti patlattıkça diğerleri daha da coşuyor, kimi de ona doğru rengarenk çiçekler atıyordu. Onkoloji bölümünün otomatik kapısı açıldığında kendisini daha iyi hissediyordu.  Artarak devam eden çığlıklar ve coşku seli cesaretini yerine getirmişti. Ulaş’ın kolunu bıraktı. Asansörün düğmesine bastı. Kapı açılınca, karşısındaki boy aynasında kendini gördü. Yorgun bakışlarının arasındaki ince pırıltıyı seçti.  Kendisini iki kat yukarıya taşıyacak asansör kabinine girererken aynaya gülümsedi. Son kemoterapisi bitmişti. Birazdan kapı kapanacak, sonra yeniden açılacak ve önünde yepyeni, henüz yaşanmamış bir hayat uzanacaktı.

Cemile Özyakan



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder