Protagoncan biraz daha gelişince, hikâye anlatmayı aşacaksın.
… hikâye dile gelip kendini anlatacak.
Sevgili Arkadaşım,
Hiç karşılaşmadık ve
karşılaşmayacağız, ama seni bir tanıdık gibi görüyorum artık. Mektuplarını
okumak alışkanlık yaratmaya başladı. Her mektubunda dilinin geliştiğini görmek
beni sevindiriyor. Özellikle son mektubun, artık bu dili kullanabildiğinin
kanıtı oldu.
Eğitim amacıyla
benimle mektuplaşmaya başlamanın üzerinden yıllar geçti. İlk mektubunu
hatırlıyor musun? Benim arşivimde duruyor hâlâ. Söz İstiyorum, diye başlık
atmıştın. Ne kadar çok hata vardı yazdıklarında. Dilimizi pek bilmiyordun, ama
kararlıydın. En önemlisi, kendi ülkende
söz hakkının olabilmesi için, hayatı anlayabilmek için bizim dilimizi öğrenmen
gerektiğinin farkındaydın. Seni geri çeviremezdim.
O zamanlar seni çok sık
eleştirsem de, gelişmeni izlemek heyecan vericiydi. İlk adımlarını atan bir
çocuk gibi, telaşlı ve cesurdun. Daha doğrusu, cahil cesareti demeyeyim, ama
fazlaca cüretliydin.
Zamanla bu dilin
kurallarına alıştın. Dilimizin ses ve cümle yapısını nasıl incelediğinin,
anlatım biçimlerini nasıl araştırdığının, bunun için ne kadar çok emek harcadığının
tanığıyım. Sana karşı her zaman içten bir sempati duydum. Fakat beni defalarca
kızdırdın. Daha dil bilgisi kurallarına hâkim olmadan yaratıcılık dediğin tuhaf
bir hedefe yönelip birçok kez yolunu şaşırdın. Yaratıcılığı, ilginçlikle
karıştırdın.
Bu senin yeniyetmelik
dönemindi. Akrobatik hareketler yapan bir genç gibi davranıyordun. Ama yaptığın
hareketlerin dikkat çekmesini fazlaca önemsiyordun. Kendini tehlikeye
atıyordun. Üstelik izleyenlerin o kadar çok ilgisini çekmeye çalışmak,
izlenmeni zorlaştırıyordu. Yorucu oluyordu; hem senin için, hem de izleyenler
için.
Sanırım Protagonca
konusunda iyi olduğunu kendine kanıtlama kaygın azaldıkça, insanı yoran bu
huylarından kurtulmaya başladın. Anlattıkların, gittikçe daha kolay
anlaşılıyordu. Güzelliği, akıcı dilin sağlıyordu. Akıcılığı ise, gerçekleri
anlama ve anlatma isteğin.
Protagonca, tüm
kurallarını iyi bilince de kolay kolay ustalaşılacak bir dil değil. Kusursuz
şekilde tarif etmekle falan olmaz; nesnelerin, olayların etkileri yaratılmalı.
Hatta bir kez ulaşmak da tekrar yapabileceğini garanti etmez. Her seferinde
yeniden yaratmalısın.
Denizden gelen dalga
sesini herkes kendi dilinde tarif edebilir. Ama o sesi okura duyurmak ancak
Protagonca ile olanaklıdır. Kendi dilinle konuşurken, örneğin, aşkın
anlatılamaz, sadece yaşanabilir bir duygu olduğunu söylemek zorunda kalırsın.
Yaşanan, yaşanabilen büyük aşkları, sadece bizim dilimizle anlatabilirsin. Zaten
aşkı ancak anlatabildiğin kadar yaşarsın, çünkü dilinin sınırları, zihninin ve
yüreğinin ufkunu belirler. Bir çocuğun ağladığını her dilde söyleyebilirsin,
fakat okura o gözyaşlarını ulaştıramazsın. Protagonca, anlatmaktan çok,
yaratmakla ilgili.
Aman ha, bu tür
yaratmayı, tüketmek ile karıştırma! Hazır duyguları, kabul görmüş düşünceleri okurdan
karşılık bulmak için kullanmadan, işlediğin konuya katkı yaparak yaratmaktan
söz ediyorum.
Protagoncan biraz daha
gelişince, hikâye anlatmayı aşacaksın. Cümleleri peş peşe getiren sen
olmayacaksın. Bir kurgu yapmamışsın gibi, metin kendiliğinden varolacak. Okurun o atmosferi hissetmesi için kullandığın hiçbir
yöntem, kendine dikkat çekmeyecek. Sanki hikâye dile gelip kendini anlatacak.
Bu hikâyeyi duyabilen, görebilen herkes, aynı akıcılıkla, aynı etkiyle
kendisinin de anlatabileceğini düşünecek.
Anlattıkların, gittikçe
daha kolay anlaşılmaya başlanacak. Birçok kişi, kolay okunan öyküleri
anlatıcısı da kolayca kurmuştur, diye düşünür. Oysa metnin kolay ve doğru
anlaşılması için çok uğraşacaksın. Aldırmayacaksın. Seni dinleyenleri biraz da
sen seçeceksin.
Herhalde bu düzeye
artık yaklaştın. Dilimizi öğrenme çabanda oldukça ilerlediğini görüyorum.
Sanırım bu nedenle, son yazılarında, anlatış biçiminden çok, anlattıkların
ilgimi çekmeye başladı.
Bu mektubunda peş peşe
sıraladığın onca hikâye gerçek mi? Hiç görmediğim yüzünde, mutlu bir gülümseme
görür gibi oluyorum. Biliyorum, sen, uydurup anlattıklarının gerçek sanılmasına
sevinirsin. Bir yandan sevinir, bir yandan da bu soruya kızmış gibi yaparsın.
Doğrusu, gerçek mi diye sormam, bir kaygıdan kaynaklanıyor.
Özellikle şu trafik
kazasını anlattığın hikâye var ya… Hani hurdaya dönmüş arabanın içinden bir
devlet yöneticisi, bir kanun kaçağı, bir emniyet görevlisi çıkıyor.
Bir sonraki hikâyende,
halkı aydınlatma amacında olan bir grup genç, kütüphane soyuyor. Onların,
evlere baskınlar yapıp insanlara zorla kitap okutmalarını anlatıyorsun.
Ya da şu parktaki olayı
anlattığın hikâye? Neydi, Kuğulu Park mı? Hani adamın biri, parktaki gölden bir
kuğu çalıyor. Sonra da kesip pişiriyor, yiyor. Yakalanınca üç gündür aç
olduğunu anlatıyor. Kuğu gözüne bir güzellik değil, bir yiyecek olarak
görünmüş.
Hele şu mizah öyküsü
çok acıklı! Araba çalan bir acemi hırsızı anlatıyorsun
ya! Yakalanmadan şehir dışına çıktığını, kurtulduğunu düşünürken yolda polis
kontrolüne takılıyor. Hiç beklemediği bir belaya çatıyor. Meğer çaldığı araba
bir muhalife aitmiş. Arabanın bagajından afişler, pankartlar, bildiriler
çıkıyor. Seninki derdini anlatmak için, vallahi ben muhalif değilim diye
çırpınıyor. Ben bu arabayı çaldım. Hırsızım ben. Vallahi… Zararsız bir hırsız
olduğunu anlatana kadar adamcağızın başına gelmedik kalmıyor.
Ve diğerleri…
Anlattığın bu hikâyeler gerçekse…
Neyse, bu mektubun
konusu senin ülken değil. Biz Protagoncaya dönelim.
Çok eskiden beri
dilimizi öğrenmeye çalışanlar varmış. Önceki kuşaklardan da dilimizi iyice
öğrenen insanlar olduğunu öğrendim. Dedemin yazışmalarını inceledim. Ama o
zamanlar bu dili öğrenenlerin amacı biraz daha farklıymış galiba.
Anlatılanların daha düzenli, zaman ve mekânın daha anlaşılır olduğu dikkatimi
çekti. Okuyan, okuduğundan ne anlamasının beklendiğini daha iyi kavrayabilir.
Ama sen, kendi
kuşağının diğer Protagonca meraklıları gibi, farklı
şekilde anlatıyorsun. Nasıl desem, şu belirsizlik, okuyana özgürlük verme
bahanesiyle, sanki sözünü tam olarak söyleyemeyecek bir kafa karışıklığının
kanıtı gibi... Çoklu anlam konusu da, bir üslup veya yöntem olmaktan
çok, bir kaçış yolu olarak imdadına yetişiyor.
Evet, iletişim
teknolojilerdeki gelişmelerin seni önceki Protagonca adaylarından çok farklı
biçimde etkilediğini biliyorum. Bir anlatım enflasyonu içinde, hız faktörünün
yarattığı yüzeysellikler arasında yaşıyorsun.
Yine de, hayatın anlamı
açısından bakınca, büyük değişiklikler yaşandığı ileri sürülemez: Ölüm, sevda,
ayrılık, sömürü, hasret, direniş, geçim derdi, merak, iktidar hırsı, başkaldırı…
Ama o zaman senin ülkenin Protagonca meraklıları, neden gerçekliğin
değiştiğini, artık bizim dilimizi eskisi gibi kullanmamak gerektiğini söyleyip
duruyorlar? Yoksa gerçeklikler değil de, hitap ettiğiniz insanların genel
yapısı mı çok değişti?
Dedelerimizin
yazışmalarından anladığım kadarıyla, eskiden insanın gözüne parmağını sokar gibi anlatanlar da varmış. Onlar artık
okunmuyor, unutulup gitmişler. Ama en azından bazıları, belli bir bölgedeki ve
belli bir dönemdeki kahramanın yaşadıklarını anlatırken, yeterince geniş açıdan
bakıp, akıp giden hayatı hikâye etmeyi başarmışlar. Bu büyük mirasın değerini
bil!
Dedemden kalanlar
arasında daha eski yazışmalar da var. Onun da dedesine, senin dedenin dedesinin
gönderdiği mektuplar... Senin büyük deden, okuma yazmayı öğrenme aşamasında,
Protagoncayı neredeyse sadece işlevsel olarak kullanmış. Yol tarif etmek, ticaret
anlaşması yapmak, bir arkadaşına not göndermek gibi. Ama bu işlevleri yerine
getirirken bile, fırsat buldukça güzellik üretmeye çalışmış olduğu anlaşılıyor.
Protagoncaya merak salanlar arasında güzellik kaygısı olmayan var mı ki?
Anlıyorum ki, senin de
öncelikli kaygın, güzellik. Bizim dilimizi eğlenceli, akıcı, hatta biraz ilgi
çekici biçimde kullanmana hiç itirazım yok. Yeter ki, Protagoncanın ulaştığı o
insan derinliğini bu uğurda feda etme.
Protagonya’dan selamlarla,
Evin Yolu, sayfa 41-47, Mevsimsiz Yayınları, Mayıs 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder