Protagonca Öğrenmekte Olan Arkadaşın Mektubuna Yanıt (721) - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
Protagonca Öğrenmekte Olan Arkadaşın Mektubuna Yanıt (721) - Zafer Köse

Protagonca Öğrenmekte Olan Arkadaşın Mektubuna Yanıt (721) - Zafer Köse

Paylaş

Protagoncan biraz daha gelişince, hikâye anlatmayı aşacaksın.

hikâye dile gelip kendini anlatacak.

Sevgili Arkadaşım,


Hiç karşılaşmadık ve karşılaşmayacağız, ama seni bir tanıdık gibi görüyorum artık. Mektuplarını okumak alışkanlık yaratmaya başladı. Her mektubunda dilinin geliştiğini görmek beni sevindiriyor. Özellikle son mektubun, artık bu dili kullanabildiğinin kanıtı oldu.

Eğitim amacıyla benimle mektuplaşmaya başlamanın üzerinden yıllar geçti. İlk mektubunu hatırlıyor musun? Benim arşivimde duruyor hâlâ. Söz İstiyorum, diye başlık atmıştın. Ne kadar çok hata vardı yazdıklarında. Dilimizi pek bilmiyordun, ama kararlıydın. En önemlisi, kendi ülkende söz hakkının olabilmesi için, hayatı anlayabilmek için bizim dilimizi öğrenmen gerektiğinin farkındaydın. Seni geri çeviremezdim.

O zamanlar seni çok sık eleştirsem de, gelişmeni izlemek heyecan vericiydi. İlk adımlarını atan bir çocuk gibi, telaşlı ve cesurdun. Daha doğrusu, cahil cesareti demeyeyim, ama fazlaca cüretliydin.

Zamanla bu dilin kurallarına alıştın. Dilimizin ses ve cümle yapısını nasıl incelediğinin, anlatım biçimlerini nasıl araştırdığının, bunun için ne kadar çok emek harcadığının tanığıyım. Sana karşı her zaman içten bir sempati duydum. Fakat beni defalarca kızdırdın. Daha dil bilgisi kurallarına hâkim olmadan yaratıcılık dediğin tuhaf bir hedefe yönelip birçok kez yolunu şaşırdın. Yaratıcılığı, ilginçlikle karıştırdın.

Bu senin yeniyetmelik dönemindi. Akrobatik hareketler yapan bir genç gibi davranıyordun. Ama yaptığın hareketlerin dikkat çekmesini fazlaca önemsiyordun. Kendini tehlikeye atıyordun. Üstelik izleyenlerin o kadar çok ilgisini çekmeye çalışmak, izlenmeni zorlaştırıyordu. Yorucu oluyordu; hem senin için, hem de izleyenler için.

Sanırım Protagonca konusunda iyi olduğunu kendine kanıtlama kaygın azaldıkça, insanı yoran bu huylarından kurtulmaya başladın. Anlattıkların, gittikçe daha kolay anlaşılıyordu. Güzelliği, akıcı dilin sağlıyordu. Akıcılığı ise, gerçekleri anlama ve anlatma isteğin.

Protagonca, tüm kurallarını iyi bilince de kolay kolay ustalaşılacak bir dil değil. Kusursuz şekilde tarif etmekle falan olmaz; nesnelerin, olayların etkileri yaratılmalı. Hatta bir kez ulaşmak da tekrar yapabileceğini garanti etmez. Her seferinde yeniden yaratmalısın.

Denizden gelen dalga sesini herkes kendi dilinde tarif edebilir. Ama o sesi okura duyurmak ancak Protagonca ile olanaklıdır. Kendi dilinle konuşurken, örneğin, aşkın anlatılamaz, sadece yaşanabilir bir duygu olduğunu söylemek zorunda kalırsın. Yaşanan, yaşanabilen büyük aşkları, sadece bizim dilimizle anlatabilirsin. Zaten aşkı ancak anlatabildiğin kadar yaşarsın, çünkü dilinin sınırları, zihninin ve yüreğinin ufkunu belirler. Bir çocuğun ağladığını her dilde söyleyebilirsin, fakat okura o gözyaşlarını ulaştıramazsın. Protagonca, anlatmaktan çok, yaratmakla ilgili.

Aman ha, bu tür yaratmayı, tüketmek ile karıştırma! Hazır duyguları, kabul görmüş düşünceleri okurdan karşılık bulmak için kullanmadan, işlediğin konuya katkı yaparak yaratmaktan söz ediyorum.

Protagoncan biraz daha gelişince, hikâye anlatmayı aşacaksın. Cümleleri peş peşe getiren sen olmayacaksın. Bir kurgu yapmamışsın gibi, metin kendiliğinden varolacak. Okurun o atmosferi hissetmesi için kullandığın hiçbir yöntem, kendine dikkat çekmeyecek. Sanki hikâye dile gelip kendini anlatacak. Bu hikâyeyi duyabilen, görebilen herkes, aynı akıcılıkla, aynı etkiyle kendisinin de anlatabileceğini düşünecek.

Anlattıkların, gittikçe daha kolay anlaşılmaya başlanacak. Birçok kişi, kolay okunan öyküleri anlatıcısı da kolayca kurmuştur, diye düşünür. Oysa metnin kolay ve doğru anlaşılması için çok uğraşacaksın. Aldırmayacaksın. Seni dinleyenleri biraz da sen seçeceksin.

Herhalde bu düzeye artık yaklaştın. Dilimizi öğrenme çabanda oldukça ilerlediğini görüyorum. Sanırım bu nedenle, son yazılarında, anlatış biçiminden çok, anlattıkların ilgimi çekmeye başladı.

Bu mektubunda peş peşe sıraladığın onca hikâye gerçek mi? Hiç görmediğim yüzünde, mutlu bir gülümseme görür gibi oluyorum. Biliyorum, sen, uydurup anlattıklarının gerçek sanılmasına sevinirsin. Bir yandan sevinir, bir yandan da bu soruya kızmış gibi yaparsın. Doğrusu, gerçek mi diye sormam, bir kaygıdan kaynaklanıyor.

Özellikle şu trafik kazasını anlattığın hikâye var ya… Hani hurdaya dönmüş arabanın içinden bir devlet yöneticisi, bir kanun kaçağı, bir emniyet görevlisi çıkıyor.

Bir sonraki hikâyende, halkı aydınlatma amacında olan bir grup genç, kütüphane soyuyor. Onların, evlere baskınlar yapıp insanlara zorla kitap okutmalarını anlatıyorsun.

Ya da şu parktaki olayı anlattığın hikâye? Neydi, Kuğulu Park mı? Hani adamın biri, parktaki gölden bir kuğu çalıyor. Sonra da kesip pişiriyor, yiyor. Yakalanınca üç gündür aç olduğunu anlatıyor. Kuğu gözüne bir güzellik değil, bir yiyecek olarak görünmüş.

Hele şu mizah öyküsü çok acıklı! Araba çalan bir acemi hırsızı anlatıyorsun ya! Yakalanmadan şehir dışına çıktığını, kurtulduğunu düşünürken yolda polis kontrolüne takılıyor. Hiç beklemediği bir belaya çatıyor. Meğer çaldığı araba bir muhalife aitmiş. Arabanın bagajından afişler, pankartlar, bildiriler çıkıyor. Seninki derdini anlatmak için, vallahi ben muhalif değilim diye çırpınıyor. Ben bu arabayı çaldım. Hırsızım ben. Vallahi… Zararsız bir hırsız olduğunu anlatana kadar adamcağızın başına gelmedik kalmıyor.

Ve diğerleri… Anlattığın bu hikâyeler gerçekse…

Neyse, bu mektubun konusu senin ülken değil. Biz Protagoncaya dönelim.

Çok eskiden beri dilimizi öğrenmeye çalışanlar varmış. Önceki kuşaklardan da dilimizi iyice öğrenen insanlar olduğunu öğrendim. Dedemin yazışmalarını inceledim. Ama o zamanlar bu dili öğrenenlerin amacı biraz daha farklıymış galiba. Anlatılanların daha düzenli, zaman ve mekânın daha anlaşılır olduğu dikkatimi çekti. Okuyan, okuduğundan ne anlamasının beklendiğini daha iyi kavrayabilir.

Ama sen, kendi kuşağının diğer Protagonca meraklıları gibi, farklı şekilde anlatıyorsun. Nasıl desem, şu belirsizlik, okuyana özgürlük verme bahanesiyle, sanki sözünü tam olarak söyleyemeyecek bir kafa karışıklığının kanıtı gibi... Çoklu anlam konusu da, bir üslup veya yöntem olmaktan çok, bir kaçış yolu olarak imdadına yetişiyor.

Evet, iletişim teknolojilerdeki gelişmelerin seni önceki Protagonca adaylarından çok farklı biçimde etkilediğini biliyorum. Bir anlatım enflasyonu içinde, hız faktörünün yarattığı yüzeysellikler arasında yaşıyorsun.

Yine de, hayatın anlamı açısından bakınca, büyük değişiklikler yaşandığı ileri sürülemez: Ölüm, sevda, ayrılık, sömürü, hasret, direniş, geçim derdi, merak, iktidar hırsı, başkaldırı… Ama o zaman senin ülkenin Protagonca meraklıları, neden gerçekliğin değiştiğini, artık bizim dilimizi eskisi gibi kullanmamak gerektiğini söyleyip duruyorlar? Yoksa gerçeklikler değil de, hitap ettiğiniz insanların genel yapısı mı çok değişti?

Dedelerimizin yazışmalarından anladığım kadarıyla, eskiden insanın gözüne parmağını sokar gibi anlatanlar da varmış. Onlar artık okunmuyor, unutulup gitmişler. Ama en azından bazıları, belli bir bölgedeki ve belli bir dönemdeki kahramanın yaşadıklarını anlatırken, yeterince geniş açıdan bakıp, akıp giden hayatı hikâye etmeyi başarmışlar. Bu büyük mirasın değerini bil!

Dedemden kalanlar arasında daha eski yazışmalar da var. Onun da dedesine, senin dedenin dedesinin gönderdiği mektuplar... Senin büyük deden, okuma yazmayı öğrenme aşamasında, Protagoncayı neredeyse sadece işlevsel olarak kullanmış. Yol tarif etmek, ticaret anlaşması yapmak, bir arkadaşına not göndermek gibi. Ama bu işlevleri yerine getirirken bile, fırsat buldukça güzellik üretmeye çalışmış olduğu anlaşılıyor. Protagoncaya merak salanlar arasında güzellik kaygısı olmayan var mı ki?

Anlıyorum ki, senin de öncelikli kaygın, güzellik. Bizim dilimizi eğlenceli, akıcı, hatta biraz ilgi çekici biçimde kullanmana hiç itirazım yok. Yeter ki, Protagoncanın ulaştığı o insan derinliğini bu uğurda feda etme.

Protagonya’dan selamlarla,



Evin Yolu,  sayfa 41-47, Mevsimsiz Yayınları, Mayıs 2007





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder