Zeliha ve Zehra
Okul bahçesinde yürüdükçe minik Zehra’nın küt kesimli, dümdüz, annesinin tıpkısı saçları, sakin bir denizin sabahın erken saatlerinde kendi kendine hafifçe oynaşması gibi dalgalanırdı. Ağırkanlı, koşturmayı pek sevmeyen, sessiz bir çocuktu. İncecik dudaklarının arkasında hiç anlatmadığı binlerce hikaye biriktirirdi sanki. Bildiği çok şey olmasına rağmen, hiç anlatmayan pek çok çocuk gibi susar, incelerdi.
Annesinin
biriciğiydi, annesi de onun. Dikkatle bakıldığında bu güçlü anne-kız
ilişkisinin altındaki, iki yoldaş kız çocuğu dayanışması bir karaltı gibi
gösterirdi kendini. Zaten ilişkilerindeki pek çok şey katı ve bilindik
gerçeklerden çok uçuşan, içinde karaltıların gezindiği gizemli bir resme ya da
şiire benziyordu. Siyah saçlı, yanık tenli Zeliha kızının arkasında gezinen bir
gölge gibi onu her gün okula bırakır, ders başlayana kadar bekler, çıkışta
almak için dönerdi. Sevdiği kızı demek yetmez, hayatının tek amacı sanki;
büyüttüğü bir çocuk değil de, kendisinin aslı sanki. Zeliha onun kötü bir
kopyası gibi, kimbilir… Zeliha aslından erken gelmiş bir kopya olamaz mı? İkiliklerinden
sıyrılamadığı hayatını Zehra’yla örtmüş, belli kağıtları zımbaladıktan sonra
koyu renkli dosyalara koyup raflara kaldırmış, bazı kutuları sıkı sıkı kapatıp,
sandıklara saklamış ve bu görünürde tekliği ve sadeliği garantileyen bir belge
gibi Zehra. Çantasına börekler, meyveler, aman midesi kazınırsa yeyiversin diye
atıştırmalıklar koyardı, belki de bu yüzden. Elindeki yegane kanıt ve belge
büyüyüp serpilsin, gelişsin ve ona tutunmak daha kolay olsun diye. Karşıdan
karşıya geçerken her anne çocuğuna dikkat eder, ama Zeliha bizim bildiğimiz
annelerden değildi, adeta şahin kesilirdi. Bir gözünü kocaman açar sola, sonra
diğer gözünü kocaman açar sağa bakardı. Görmesi gereken her şeyi görür müydü
bilinmez, ama Zehra’yı koruyacak kadarını görmek onun tek ölçütüydü. Gerisine
gözünü kapatsa da olurdu. Bazen ödevini unutmuş bahanesiyle teneffüslerde
gelir, kızının iyi olup olmadığını kontrol ederdi. Arada bir çocuğu olmadan
tatile giden çiftleri asla anlayamadığını kaşlarını kaldırarak dile getirir,
bunun asla kendisinin yapamayacağı bir iş olduğunu söyler, sonra şefkatli bir
gülümsemeyle çocuğu olmadan kendisinin boğazından bir lokma bile geçmediğini
eklerdi. Farklı vesilelerle de olsa bu eleştirileri hep aynı cümlelerle yapardı.
Sanki bunları ezberlemiş de, gerektiğinde cebinden çıkarıverip, okuyor gibi.
Ben
kendisinin rüyalarına bir fil olarak girdim. İnsan gibi mükemmel bir varlık her
şeye burnunu sokmak eylemini bizzat gerçekleştirmesin diye, kocaman hortumu
olan bir file dönüştüm. Bir nevi kendimi sizler için feda ettim. Zeliha’nın kaybolduğu
bir dağın tepesindeki ormanda zincirlenmiş halde karşısına çıktım. Esir hayatı
yaşadığım ve hiç arkadaşım olmadığı için Zeliha zamanla bana güvenip
rüyalarının en derin katmanlarını açtı. Ben de onu küçük gözlerimle bir süre
izledikten sonra, gördüklerime pek aldanmayıp hikâyesini koca kulaklarımla
dinlemeye karar verdim.
Zeliha
Anadolu’nun bir köyünde dokuz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğuydu. On beş yaşına
geldiğinde ailesi onu Ankara’da yaşayan kırk yaşına yaklaşmış, uzaktan akraba
düşen bir tüccara iyi bir başlık parası karşılığında vermişti. Yani
satmışlardı. Zeliha gömüldüğü sessizliğin içinde gecelerce ağlamış, kimseyle
derdini konuşamadan adamın karısı olmuştu.
Adam
sabah çıkıyor, akşam geliyor, geldiğinde perde açılmış olsa hesabını soruyordu.
Zeliha’nın dışarı çıkması, konusu bile açılmayan bir yasaktı. Dış dünyayla tek
bağı, haftada bir kendisini arayan annesiyle yaptığı telefon görüşmeleriydi.
Gündüzleri temizlik, çamaşır, bulaşık, ütü, yemek ve arada bir sessiz
ağlamalarla geçiyordu. Tek amacı korktuğu kaba saba kocasının isteklerini
yerine getirmek ve onun öfkesine hedef olmamaktı. Hiç suç işlemeden, cezaevine
konmadan mahkum hayatı yaşayan milyonlarca kadın gibi. Birleşseler dünyayı ters
yüz edebilecek, ama derdini anlatacak bir komşu bile bulamayan milyonlarca
kadından biri.
Bir
gün yemek yaparken evde tuz kalmadığını fark etti. Kocası yemeğe piştikten
sonra konan tuzdan nefret ederdi ve daha önce sırf bu yüzden çok kızmıştı.
Zeliha tuz olmadan yemeği kesinkes yapamazdı. Markete gitmenin düşüncesinden
bile ödü patlıyordu. İyice düşündü. Korksa da gitmeye karar verdikten sonra titrekliğinin
gerilerinde kalan inceden bir sevinç yayıldı içine. Aylardır dört duvarını
üzerine kapatan bu evden ilk kez çıkacaktı. Hızlıca, yürümekten çok, buz pateni
yapıyormuş gibi süzülürcesine, ayak bileklerine uzanan elbisesi uçuşarak gidip
geldi markete. Kendisine saatler gibi gelen dakikalar sonunda eve dönüp, koca
demir kapıyı kapatırken kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Sırtını duvara
yaslayıp, çömeldi. Yüzünün alt yarısı sola, üst yarısı sağa savruluyordu sanki
ve tüm organları bir dans tutturmuş, dışarı çıkmak istercesine zıplıyorlardı. Öylece
durup, ağzı açık gülümsedi bir süre. Vücudunun kontrolünü ele geçirir geçirmez
ayağa kalkıp, şarkılar söyleyerek yemek yapmaya başladı. Kocası eve geldiğinde
bastırmaya çalışsa da neşesi belirgindi. Ama adam ne bir eşyanın duruşundan, ne
de karısının şen halinden bir şey anladı. Yemeğini yediği gibi önce televizyon
karşısına, sonra da yatağa geçip, uyudu.
Zeliha
birkaç gün sonra tam köfte yapacaktı ki ne görsün, bu kez de bulgur kalmamış.
Korkusu azalıp, sevinci artarak marketin yolunu tuttu. Yine bir kuğu gibi
hızlıca süzülerek markete gidip geldi. Bu küçük geziden sonra yine şarkılar
eşliğinde yemeğini yapıp, kocası gelince sustu. Adam yine bir şey anlamamıştı.
Etrafına boş gözlerle bakan, baktığını görmeyen, televizyondaki maç ve
dükkânına gelip giden müşteri dışında hiçbir şeye ilgi duymayan bir insandı.
Zeliha
ertesi hafta yemek yaparken bir baktı ki, yoğurt bitmiş. Yoğurt olmadan mantı
yapamayacağına göre, markete gitmekten başka çaresi yoktu. Bu kez fazla
düşünmeden, ama yine aynı korkuyu duyarak evden çıktı. Zeliha’nın arkasından,
on sekiz yaşlarında bir delikanlı markete girdi. İncecik, uzun boylu, üzerinde
gri kumaş pantolon ve beyaz gömlek olan genç, ekmek reyonuna doğru ilerlerken,
dönüp Zeliha’ya baktı. Birkaç saniye öyle kaldılar. Zeliha kalbinin sesi
duyulacak diye korkarken, kıpkırmızı suratından habersizdi. Genç ise öylece
kalmış, onun gözlerinden başka bir yere bakamıyordu. Zeliha kendisine gelip
telaşla kasaya yöneldi ve yoğurdun parasını birbirine karışan elleriyle oraya
bıraktığı gibi çıktı. Eve giderken kendisini ilk kez çocuk değil, bir yetişkin,
bir kadın gibi hissediyordu. Aylardır kendisinden yirmi üç yaş büyük kocasıyla
yaşamasına rağmen, buna benzer bir duygu sarmamıştı onu. Eve gittikten sonra kâh
neşeleniyor, kâh saatlerce susuyordu. Ne yaparsa yapsın, aklında gördüğü gencin
gözleri, kaşları, ne yapacağını bilemeyen ifadesi vardı. Hiç tanımadığı birine
karşı daha öncesinden hiç bilmediği duygular onu bir anda tırnaklarından,
saçlarının ucuna kadar ele geçirmişti. O akşam kocası eve geldikten sonra
yemekle ilgili birkaç soruya verdiği tek kelimelik cevaplar dışında konuşmadı.
Haliyle, tavrıyla, bir cümlesiyle bir şeyleri belli edeceğinden, kocasının
düşüncelerini okuyacağından korkuyordu. Kocası hiçbir şey anlamadı.
Ertesi
gün Zeliha un almak bahanesiyle yine çıktı evden. Amacının un almak değil,
evden çıkmak olduğunu bu kez kendisi de açıkça biliyordu. Apartman kapısının
önüne indiğinde etrafına bakınıp, yavaşça yürümeye başladı. Beklemekle yürümek
arasında bir yavaşlıktaydı. Hemen ardından karşı apartmanın kapısı açıldı ve
geçen gün markette gördüğü genç, karşı kaldırımdan, onunla aynı hızda yürümeye
başladı. Dar sokakta ikisinden başka kimse yoktu. Köşedeki camcının çalışanları
dükkanın içindeydi. Genç, kendi kendine konuşur gibi, önüne bakarak, “Ben Murat”
dedi.
Zeliha
bir an başını kaldırıp, dikkatle ona baktı ve yüzünde beliren yarım
gülümsemeyle başını önüne eğdi. Gencin üzerinde yine aynı gri pantolon ve beyaz
gömlek vardı ve pantolonun kısa gelen paçalarından beyaz çorapları görünüyordu.
Zeliha başını diğer yana döndü.
“Ben
Zeliha.”
“Memnun
oldum.”
“Ben
de.”
“Karşı
apartmanda oturuyorum.”
“Ben
de.”
Belli
belirsiz, utanarak gülümsediler. İkisi de karşı kaldırıma geçmeyi göze
alamadığı için, kendi taraflarında yürümeye devam ediyorlardı. Öyle ki, uzaktan
bakan birisi, onları sadece tesadüfen aynı anda, aynı sokakta yürüyen iki
yabancı sanardı.
“Seni
gördüm… Pencereden bakarken sen çıkınca, ben de…”
Zeliha, Murat’a değil de kendine söyler gibi, dişlerini
sıkarak,“Ben evliyim” dedi.
“Biliyorum.”
Zeliha
unu alıp eve döndüğünde, ne yemek yapacağını tamamen unutmuştu. Bir türlü
hatırlayamayınca unu rafa kaldırıp, türlü yapmış, ne bulduysa içine doğramıştı.
Kocası o gün yemeği çok beğenmişti, ama şımarmasın diye gülümsemeden, “İyi
olmuş,” demekten öteye gitmemişti.
O
günden sonra Zeliha gün aşırı, çeşitli bahanelerle markete, kasaba, manava
gitmeyi sürdürdü, bahanelerine bahane ekledi. Murat onu görür görmez karşı kaldırımdan
yürümeye başlıyor, kısacık sohbetler ediyorlardı. Eğer sokakta başkası varsa
konuşmuyor, aynı sokakta yürümüş olmanın mutluluğuyla yetiniyor, o gün
birbirlerini uzaktan seviyorlardı. Bazen Murat markette yumurtaları poşete
koyarken fısıltıyla “Seni özledim,” diyor, Zeliha da domatesleri seçerek, “Ben
de” diye mırıldanıyor, sonra baharatlara doğru ilerliyordu. Bir kez bile aynı
kaldırımda yürümemiş bu iki insan tüm kalpleriyle âşıklardı birbirlerine.
Böylece birkaç ay geçti. Murat bir gün yüzünde sert, kaşları çatık, Zeliha’nın tanımadığı
bir ifadeyle çıktı apartman kapısından. Kendi tarafında yürürken bir anda, “Kaçalım
mı?” diye sordu. Zeliha’nın nefesi kesilir gibi oldu. Bir an gözü karardı ve, “Kaçalım,”
dedi. Sevinçten kusacak gibiydi. İçine sığmayan bir korku, mutluluk ve heyecan
başını döndürüyordu. Etraftaki tüm binalar üzerlerine yıkılacak ve altında
kalacaklar diye korkuyor, ama enkazın altında birlikte kalacaklar ve yanyana
duracaklar, hatta el ele tutuşabilecekler diye kalbi göğsünden çıkacak gibi
atıyordu. Görüşünü sabitlemeye çalıştı. Nefes nefese, “Ne zaman?” diye sordu.
“Yarın
hazırlan. Diğer gün sabah, o işe gider gitmez çık. Yanına birkaç giysi al.
Otobüs durağına git. Arkandan geleceğim. İstanbul’a gideceğiz. Bir akrabama.
Sonrasına bakacağız.”
Zeliha
başını sallayıp, markete girmeden eve döndü. Nasıl yapacaklardı? Aklı
almıyordu. Para meselesini, kendisinin evli oluşunu, saklanma işini… Hiçbirini
nasıl halledeceklerini bilmiyordu, ama yanyana olduktan sonra her şeyin bir
yolunu bulacaklarını biliyordu. En kötü ihtimalle bizi öldürür, diyordu. “El ele
göçeriz bizi yanyana koymayan bu dünyadan!” Eve girdiğinde başı dönüyor,
eşyalara tutunarak ilerliyordu. Anahtar kapıyı açmıştı, ama eşyalar başkasının
gibiydi. Mobilyalar, koltuklar, halılar… Hepsini ilk kez görüyordu sanki.
Vitrinin kenarına tutundu. Gözleri karardı ve yere yığıldı.
Kendine geldikten birkaç saniye sonra kalktı ve elini yüzünü yıkayıp akşama fırında tavuk ve patates yemeğiyle, pilav yaptı. O gece sabaha kadar birkaç kez kustu. Kocası onun uyanıp durmasından rahatsız olup, yatakta bir o yana, bir bu yana döndü.
Ertesi
sabah Zeliha omuzlarına, başına birisi bastıyor gibi hissediyor, domates
salatalığı doğrarken elleri titriyordu. Kocasına çay koyarken, o bile durumu
fark etmiş, yine de bir şey sormamıştı. Adam ayakkabılarını giyer, Zeliha da
kahvaltı masasını çarpık çurpuk hareketlerle toplamaya çalışırken, bir anda
şangırtıyla yere yığıldı. Cam kırıkları mutfağın her yerine sıçramıştı. Kocası
Zeliha’da bir haller olduğuna emin olup, doktora gidiyoruz, hazırlan, dedi.
Birkaç tahlil yapan doktor, elindeki kâğıtlara bakıp müjdeli haberi verdi.
“Gebesiniz,
gözünüz aydın!”
Zeliha
elini karnına götürmüş, yutkunmuş, gözünden birkaç damla yaş gelmişti. Nefes
almak imkansızdı. Annesinin omzuna yaslanıp, saatlerce ağlasa günlere dönüşür,
günler içinden geçer yol olur, yıldızlara varır, ama yine de duramazdı.
Duramayacağını bildiği için birkaç damla yaşla yetindi, ama yüzüne bir sertlik
indi. Taş gibi, kabuk gibi, hastalık gibi bir sertlik. Dokusu, rengi değişmişti
sanki.
O
gün otobüs durağına gidememişti. Artık daha önce duymadığı bir korku duyuyordu.
Tanımadığı, dehşetli, nefesini kesen bir duygu. Bir yandan bebeğini kendi sonu
olarak görüyor, bu başlangıcın ve sonun asla bir araya gelmemesi için bebeğin
ölmesini istiyor, gün boyu bebek düşsün diye dua ede ede zıplıyordu. Onun
ölümünü her şeyden çok istiyor, onunla arasında hiçbir bağ hissetmiyordu. Olsa
olsa güzel olan her şeyi yok edecek bir felaket, bir kıyamet… Bazen kendisini
öldürmeyi düşünüyor, ama Murat’la bir gün bir araya geleceklerine dair umudu
onu durduruyordu.
Bebek
sapasağlam doğdu. Kocası nedense isim işine karışmadı. Zeliha baktı ki,
doğumunu kabullenmediği ama adını verdiği bu tombul, gül yüzlü, pembe ayaklı
kız çocuğu hayatta kalmaya niyetli, ondan kurtulma dileğini annelik işlerine
yoğunlaşarak unutmaya başladı. Gün geçtikçe hayallerini, isteklerini, Murat’a
olan aşkını, tensel düşlerini, yaşama sevgisini, mucize beklentilerini sıkıca
birbirine bağlayıp Zehra’nın gözüne, yüzüne ve ellerine yerleştirdi. Zaten
bebeğin bakımı bütün zamanını alıyor, hayatını tamamen dolduruyordu. Zamanla
bebeğinin zarar göreceğinden korkar oldu. Biri gelip, bebeğe bir şey yapacak
diye ödü kopuyordu. Ya biri zehirleyecek, ya biri çalacak, ya da araba
çarpacaktı. Gün geçtikçe kendini, en büyük korkularının nesnesi haline gelen Zehra’yı
korumaya adadı. Annesi varken ona kimse dokunamazdı.
Uyandığında
bu yüzleşmeyi ve diğer her şeyi unutacağından emindim. Zaten bu hikâyeyi onun
bile hatırlamadığı bir derinlikten, aylar süren bir kazı çalışmasıyla çıkardım.
Kocasıyla olan ilişkisi yıllar içerisinde korkudan çok, umursamazlığa dayanmaya
başlamış olsa da bazı şeyleri hatırlamamayı tercih ediyordu anlaşılan. Ben de hikâyeyi
kulağımın derinliklerine gömdükten sonra, kafamı kaldırdığımda gözlerini alevler
içinde bir öfkeyle ve biraz da hayretle gözlerime dikmiş olduğunu gördüm. Daha
önce olmayan bir şey oluyordu ve aynı anda birbirimize bakıyorduk. Kaşlarını
çattı.
“Kaçsana!
Seni esir edenlerden çok daha güçlü değil misin?” diye soruverdi.
Benim
kaçmam imkansızdı ya, bir şey söyleyemedim. Bilmiyordu ama bunun için onun beni
salması gerekiyordu. O var oldukça da beni kimse serbest bırakamazdı. Yani
benim esaretim ve onun varlığı birbiri olmadan sürdüremeyecekleri bir paradoksun
parçaları gibiydiler. Cevap veremediğim için, sadece anlamaz gibi baktım güzel,
kocaman açılmış gözlerine.
Bir
saniye kadar gözlerimizin en derinlerine baktık, kim bilir belki günler, belki aylarca
sürdü bakışmamız. Kimsenin aslını bilemediği o zamanda ne olduysa, Zeliha bir
sabah Zehra’yla birlikte evden çıktı. Bu kez okula gitmediler. Çok uzaklara, fillerin
memleketlerinden birine, belki de gerçekten bir fille göz göze gelmek üzere
yollara düştüler. Ne olursa olsun, her şeyin bir yolu bulunabilirdi. Yolda el ele
tutuşmadılar, ilk kez. Zeliha ikinci bir hayata başlarken, Zehra ilk defa ayrı
bir beden gibi duyuyordu kendisini, belki yeniden, belki de ilk kez doğuyordu
ama tüm hücrelerinde önceden hissetmediği bir şey hissediyordu: gerçekten var
olduğunu.
Cemile
Özyakan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder