Zeliha ve Zehra - Cemile Özyakan - Sevdalım Hayat
Zeliha ve Zehra - Cemile Özyakan

Zeliha ve Zehra - Cemile Özyakan

Paylaş

Zeliha ve Zehra 

Okul bahçesinde yürüdükçe minik Zehra’nın küt kesimli, dümdüz, annesinin tıpkısı saçları, sakin bir denizin sabahın erken saatlerinde kendi kendine hafifçe oynaşması gibi dalgalanırdı. Ağırkanlı, koşturmayı pek sevmeyen, sessiz bir çocuktu. İncecik dudaklarının arkasında hiç anlatmadığı binlerce hikaye biriktirirdi sanki. Bildiği çok şey olmasına rağmen, hiç anlatmayan pek çok çocuk gibi susar, incelerdi.

Annesinin biriciğiydi, annesi de onun. Dikkatle bakıldığında bu güçlü anne-kız ilişkisinin altındaki, iki yoldaş kız çocuğu dayanışması bir karaltı gibi gösterirdi kendini. Zaten ilişkilerindeki pek çok şey katı ve bilindik gerçeklerden çok uçuşan, içinde karaltıların gezindiği gizemli bir resme ya da şiire benziyordu. Siyah saçlı, yanık tenli Zeliha kızının arkasında gezinen bir gölge gibi onu her gün okula bırakır, ders başlayana kadar bekler, çıkışta almak için dönerdi. Sevdiği kızı demek yetmez, hayatının tek amacı sanki; büyüttüğü bir çocuk değil de, kendisinin aslı sanki. Zeliha onun kötü bir kopyası gibi, kimbilir… Zeliha aslından erken gelmiş bir kopya olamaz mı? İkiliklerinden sıyrılamadığı hayatını Zehra’yla örtmüş, belli kağıtları zımbaladıktan sonra koyu renkli dosyalara koyup raflara kaldırmış, bazı kutuları sıkı sıkı kapatıp, sandıklara saklamış ve bu görünürde tekliği ve sadeliği garantileyen bir belge gibi Zehra. Çantasına börekler, meyveler, aman midesi kazınırsa yeyiversin diye atıştırmalıklar koyardı, belki de bu yüzden. Elindeki yegane kanıt ve belge büyüyüp serpilsin, gelişsin ve ona tutunmak daha kolay olsun diye. Karşıdan karşıya geçerken her anne çocuğuna dikkat eder, ama Zeliha bizim bildiğimiz annelerden değildi, adeta şahin kesilirdi. Bir gözünü kocaman açar sola, sonra diğer gözünü kocaman açar sağa bakardı. Görmesi gereken her şeyi görür müydü bilinmez, ama Zehra’yı koruyacak kadarını görmek onun tek ölçütüydü. Gerisine gözünü kapatsa da olurdu. Bazen ödevini unutmuş bahanesiyle teneffüslerde gelir, kızının iyi olup olmadığını kontrol ederdi. Arada bir çocuğu olmadan tatile giden çiftleri asla anlayamadığını kaşlarını kaldırarak dile getirir, bunun asla kendisinin yapamayacağı bir iş olduğunu söyler, sonra şefkatli bir gülümsemeyle çocuğu olmadan kendisinin boğazından bir lokma bile geçmediğini eklerdi. Farklı vesilelerle de olsa bu eleştirileri hep aynı cümlelerle yapardı. Sanki bunları ezberlemiş de, gerektiğinde cebinden çıkarıverip, okuyor gibi.

Ben kendisinin rüyalarına bir fil olarak girdim. İnsan gibi mükemmel bir varlık her şeye burnunu sokmak eylemini bizzat gerçekleştirmesin diye, kocaman hortumu olan bir file dönüştüm. Bir nevi kendimi sizler için feda ettim. Zeliha’nın kaybolduğu bir dağın tepesindeki ormanda zincirlenmiş halde karşısına çıktım. Esir hayatı yaşadığım ve hiç arkadaşım olmadığı için Zeliha zamanla bana güvenip rüyalarının en derin katmanlarını açtı. Ben de onu küçük gözlerimle bir süre izledikten sonra, gördüklerime pek aldanmayıp hikâyesini koca kulaklarımla dinlemeye karar verdim.

Zeliha Anadolu’nun bir köyünde dokuz çocuklu bir ailenin yedinci çocuğuydu. On beş yaşına geldiğinde ailesi onu Ankara’da yaşayan kırk yaşına yaklaşmış, uzaktan akraba düşen bir tüccara iyi bir başlık parası karşılığında vermişti. Yani satmışlardı. Zeliha gömüldüğü sessizliğin içinde gecelerce ağlamış, kimseyle derdini konuşamadan adamın karısı olmuştu.

Adam sabah çıkıyor, akşam geliyor, geldiğinde perde açılmış olsa hesabını soruyordu. Zeliha’nın dışarı çıkması, konusu bile açılmayan bir yasaktı. Dış dünyayla tek bağı, haftada bir kendisini arayan annesiyle yaptığı telefon görüşmeleriydi. Gündüzleri temizlik, çamaşır, bulaşık, ütü, yemek ve arada bir sessiz ağlamalarla geçiyordu. Tek amacı korktuğu kaba saba kocasının isteklerini yerine getirmek ve onun öfkesine hedef olmamaktı. Hiç suç işlemeden, cezaevine konmadan mahkum hayatı yaşayan milyonlarca kadın gibi. Birleşseler dünyayı ters yüz edebilecek, ama derdini anlatacak bir komşu bile bulamayan milyonlarca kadından biri.

Bir gün yemek yaparken evde tuz kalmadığını fark etti. Kocası yemeğe piştikten sonra konan tuzdan nefret ederdi ve daha önce sırf bu yüzden çok kızmıştı. Zeliha tuz olmadan yemeği kesinkes yapamazdı. Markete gitmenin düşüncesinden bile ödü patlıyordu. İyice düşündü. Korksa da gitmeye karar verdikten sonra titrekliğinin gerilerinde kalan inceden bir sevinç yayıldı içine. Aylardır dört duvarını üzerine kapatan bu evden ilk kez çıkacaktı. Hızlıca, yürümekten çok, buz pateni yapıyormuş gibi süzülürcesine, ayak bileklerine uzanan elbisesi uçuşarak gidip geldi markete. Kendisine saatler gibi gelen dakikalar sonunda eve dönüp, koca demir kapıyı kapatırken kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Sırtını duvara yaslayıp, çömeldi. Yüzünün alt yarısı sola, üst yarısı sağa savruluyordu sanki ve tüm organları bir dans tutturmuş, dışarı çıkmak istercesine zıplıyorlardı. Öylece durup, ağzı açık gülümsedi bir süre. Vücudunun kontrolünü ele geçirir geçirmez ayağa kalkıp, şarkılar söyleyerek yemek yapmaya başladı. Kocası eve geldiğinde bastırmaya çalışsa da neşesi belirgindi. Ama adam ne bir eşyanın duruşundan, ne de karısının şen halinden bir şey anladı. Yemeğini yediği gibi önce televizyon karşısına, sonra da yatağa geçip, uyudu.

Zeliha birkaç gün sonra tam köfte yapacaktı ki ne görsün, bu kez de bulgur kalmamış. Korkusu azalıp, sevinci artarak marketin yolunu tuttu. Yine bir kuğu gibi hızlıca süzülerek markete gidip geldi. Bu küçük geziden sonra yine şarkılar eşliğinde yemeğini yapıp, kocası gelince sustu. Adam yine bir şey anlamamıştı. Etrafına boş gözlerle bakan, baktığını görmeyen, televizyondaki maç ve dükkânına gelip giden müşteri dışında hiçbir şeye ilgi duymayan bir insandı.

Zeliha ertesi hafta yemek yaparken bir baktı ki, yoğurt bitmiş. Yoğurt olmadan mantı yapamayacağına göre, markete gitmekten başka çaresi yoktu. Bu kez fazla düşünmeden, ama yine aynı korkuyu duyarak evden çıktı. Zeliha’nın arkasından, on sekiz yaşlarında bir delikanlı markete girdi. İncecik, uzun boylu, üzerinde gri kumaş pantolon ve beyaz gömlek olan genç, ekmek reyonuna doğru ilerlerken, dönüp Zeliha’ya baktı. Birkaç saniye öyle kaldılar. Zeliha kalbinin sesi duyulacak diye korkarken, kıpkırmızı suratından habersizdi. Genç ise öylece kalmış, onun gözlerinden başka bir yere bakamıyordu. Zeliha kendisine gelip telaşla kasaya yöneldi ve yoğurdun parasını birbirine karışan elleriyle oraya bıraktığı gibi çıktı. Eve giderken kendisini ilk kez çocuk değil, bir yetişkin, bir kadın gibi hissediyordu. Aylardır kendisinden yirmi üç yaş büyük kocasıyla yaşamasına rağmen, buna benzer bir duygu sarmamıştı onu. Eve gittikten sonra kâh neşeleniyor, kâh saatlerce susuyordu. Ne yaparsa yapsın, aklında gördüğü gencin gözleri, kaşları, ne yapacağını bilemeyen ifadesi vardı. Hiç tanımadığı birine karşı daha öncesinden hiç bilmediği duygular onu bir anda tırnaklarından, saçlarının ucuna kadar ele geçirmişti. O akşam kocası eve geldikten sonra yemekle ilgili birkaç soruya verdiği tek kelimelik cevaplar dışında konuşmadı. Haliyle, tavrıyla, bir cümlesiyle bir şeyleri belli edeceğinden, kocasının düşüncelerini okuyacağından korkuyordu. Kocası hiçbir şey anlamadı.

Ertesi gün Zeliha un almak bahanesiyle yine çıktı evden. Amacının un almak değil, evden çıkmak olduğunu bu kez kendisi de açıkça biliyordu. Apartman kapısının önüne indiğinde etrafına bakınıp, yavaşça yürümeye başladı. Beklemekle yürümek arasında bir yavaşlıktaydı. Hemen ardından karşı apartmanın kapısı açıldı ve geçen gün markette gördüğü genç, karşı kaldırımdan, onunla aynı hızda yürümeye başladı. Dar sokakta ikisinden başka kimse yoktu. Köşedeki camcının çalışanları dükkanın içindeydi. Genç, kendi kendine konuşur gibi, önüne bakarak, “Ben Murat” dedi.

Zeliha bir an başını kaldırıp, dikkatle ona baktı ve yüzünde beliren yarım gülümsemeyle başını önüne eğdi. Gencin üzerinde yine aynı gri pantolon ve beyaz gömlek vardı ve pantolonun kısa gelen paçalarından beyaz çorapları görünüyordu. Zeliha başını diğer yana döndü.

“Ben Zeliha.”

“Memnun oldum.”

“Ben de.”

“Karşı apartmanda oturuyorum.”

“Ben de.”

Belli belirsiz, utanarak gülümsediler. İkisi de karşı kaldırıma geçmeyi göze alamadığı için, kendi taraflarında yürümeye devam ediyorlardı. Öyle ki, uzaktan bakan birisi, onları sadece tesadüfen aynı anda, aynı sokakta yürüyen iki yabancı sanardı.

“Seni gördüm… Pencereden bakarken sen çıkınca, ben de…”

Zeliha,  Murat’a değil de kendine söyler gibi, dişlerini sıkarak,“Ben evliyim” dedi.

“Biliyorum.”

Zeliha unu alıp eve döndüğünde, ne yemek yapacağını tamamen unutmuştu. Bir türlü hatırlayamayınca unu rafa kaldırıp, türlü yapmış, ne bulduysa içine doğramıştı. Kocası o gün yemeği çok beğenmişti, ama şımarmasın diye gülümsemeden, “İyi olmuş,” demekten öteye gitmemişti.

O günden sonra Zeliha gün aşırı, çeşitli bahanelerle markete, kasaba, manava gitmeyi sürdürdü, bahanelerine bahane ekledi.  Murat onu görür görmez karşı kaldırımdan yürümeye başlıyor, kısacık sohbetler ediyorlardı. Eğer sokakta başkası varsa konuşmuyor, aynı sokakta yürümüş olmanın mutluluğuyla yetiniyor, o gün birbirlerini uzaktan seviyorlardı. Bazen Murat markette yumurtaları poşete koyarken fısıltıyla “Seni özledim,” diyor, Zeliha da domatesleri seçerek, “Ben de” diye mırıldanıyor, sonra baharatlara doğru ilerliyordu. Bir kez bile aynı kaldırımda yürümemiş bu iki insan tüm kalpleriyle âşıklardı birbirlerine. Böylece birkaç ay geçti. Murat bir gün yüzünde sert, kaşları çatık, Zeliha’nın tanımadığı bir ifadeyle çıktı apartman kapısından. Kendi tarafında yürürken bir anda, “Kaçalım mı?” diye sordu. Zeliha’nın nefesi kesilir gibi oldu. Bir an gözü karardı ve, “Kaçalım,” dedi. Sevinçten kusacak gibiydi. İçine sığmayan bir korku, mutluluk ve heyecan başını döndürüyordu. Etraftaki tüm binalar üzerlerine yıkılacak ve altında kalacaklar diye korkuyor, ama enkazın altında birlikte kalacaklar ve yanyana duracaklar, hatta el ele tutuşabilecekler diye kalbi göğsünden çıkacak gibi atıyordu. Görüşünü sabitlemeye çalıştı. Nefes nefese, “Ne zaman?” diye sordu.

“Yarın hazırlan. Diğer gün sabah, o işe gider gitmez çık. Yanına birkaç giysi al. Otobüs durağına git. Arkandan geleceğim. İstanbul’a gideceğiz. Bir akrabama. Sonrasına bakacağız.”

Zeliha başını sallayıp, markete girmeden eve döndü. Nasıl yapacaklardı? Aklı almıyordu. Para meselesini, kendisinin evli oluşunu, saklanma işini… Hiçbirini nasıl halledeceklerini bilmiyordu, ama yanyana olduktan sonra her şeyin bir yolunu bulacaklarını biliyordu. En kötü ihtimalle bizi öldürür, diyordu. “El ele göçeriz bizi yanyana koymayan bu dünyadan!” Eve girdiğinde başı dönüyor, eşyalara tutunarak ilerliyordu. Anahtar kapıyı açmıştı, ama eşyalar başkasının gibiydi. Mobilyalar, koltuklar, halılar… Hepsini ilk kez görüyordu sanki. Vitrinin kenarına tutundu. Gözleri karardı ve yere yığıldı.

Kendine geldikten birkaç saniye sonra kalktı ve elini yüzünü yıkayıp akşama fırında tavuk ve patates yemeğiyle, pilav yaptı. O gece sabaha kadar birkaç kez kustu. Kocası onun uyanıp durmasından rahatsız olup, yatakta bir o yana, bir bu yana döndü.

Ertesi sabah Zeliha omuzlarına, başına birisi bastıyor gibi hissediyor, domates salatalığı doğrarken elleri titriyordu. Kocasına çay koyarken, o bile durumu fark etmiş, yine de bir şey sormamıştı. Adam ayakkabılarını giyer, Zeliha da kahvaltı masasını çarpık çurpuk hareketlerle toplamaya çalışırken, bir anda şangırtıyla yere yığıldı. Cam kırıkları mutfağın her yerine sıçramıştı. Kocası Zeliha’da bir haller olduğuna emin olup, doktora gidiyoruz, hazırlan, dedi. Birkaç tahlil yapan doktor, elindeki kâğıtlara bakıp müjdeli haberi verdi.

“Gebesiniz, gözünüz aydın!”

Zeliha elini karnına götürmüş, yutkunmuş, gözünden birkaç damla yaş gelmişti. Nefes almak imkansızdı. Annesinin omzuna yaslanıp, saatlerce ağlasa günlere dönüşür, günler içinden geçer yol olur, yıldızlara varır, ama yine de duramazdı. Duramayacağını bildiği için birkaç damla yaşla yetindi, ama yüzüne bir sertlik indi. Taş gibi, kabuk gibi, hastalık gibi bir sertlik. Dokusu, rengi değişmişti sanki.

O gün otobüs durağına gidememişti. Artık daha önce duymadığı bir korku duyuyordu. Tanımadığı, dehşetli, nefesini kesen bir duygu. Bir yandan bebeğini kendi sonu olarak görüyor, bu başlangıcın ve sonun asla bir araya gelmemesi için bebeğin ölmesini istiyor, gün boyu bebek düşsün diye dua ede ede zıplıyordu. Onun ölümünü her şeyden çok istiyor, onunla arasında hiçbir bağ hissetmiyordu. Olsa olsa güzel olan her şeyi yok edecek bir felaket, bir kıyamet… Bazen kendisini öldürmeyi düşünüyor, ama Murat’la bir gün bir araya geleceklerine dair umudu onu durduruyordu.

Bebek sapasağlam doğdu. Kocası nedense isim işine karışmadı. Zeliha baktı ki, doğumunu kabullenmediği ama adını verdiği bu tombul, gül yüzlü, pembe ayaklı kız çocuğu hayatta kalmaya niyetli, ondan kurtulma dileğini annelik işlerine yoğunlaşarak unutmaya başladı. Gün geçtikçe hayallerini, isteklerini, Murat’a olan aşkını, tensel düşlerini, yaşama sevgisini, mucize beklentilerini sıkıca birbirine bağlayıp Zehra’nın gözüne, yüzüne ve ellerine yerleştirdi. Zaten bebeğin bakımı bütün zamanını alıyor, hayatını tamamen dolduruyordu. Zamanla bebeğinin zarar göreceğinden korkar oldu. Biri gelip, bebeğe bir şey yapacak diye ödü kopuyordu. Ya biri zehirleyecek, ya biri çalacak, ya da araba çarpacaktı. Gün geçtikçe kendini, en büyük korkularının nesnesi haline gelen Zehra’yı korumaya adadı. Annesi varken ona kimse dokunamazdı.

Uyandığında bu yüzleşmeyi ve diğer her şeyi unutacağından emindim. Zaten bu hikâyeyi onun bile hatırlamadığı bir derinlikten, aylar süren bir kazı çalışmasıyla çıkardım. Kocasıyla olan ilişkisi yıllar içerisinde korkudan çok, umursamazlığa dayanmaya başlamış olsa da bazı şeyleri hatırlamamayı tercih ediyordu anlaşılan. Ben de hikâyeyi kulağımın derinliklerine gömdükten sonra, kafamı kaldırdığımda gözlerini alevler içinde bir öfkeyle ve biraz da hayretle gözlerime dikmiş olduğunu gördüm. Daha önce olmayan bir şey oluyordu ve aynı anda birbirimize bakıyorduk. Kaşlarını çattı.

“Kaçsana! Seni esir edenlerden çok daha güçlü değil misin?” diye soruverdi.

Benim kaçmam imkansızdı ya, bir şey söyleyemedim. Bilmiyordu ama bunun için onun beni salması gerekiyordu. O var oldukça da beni kimse serbest bırakamazdı. Yani benim esaretim ve onun varlığı birbiri olmadan sürdüremeyecekleri bir paradoksun parçaları gibiydiler. Cevap veremediğim için, sadece anlamaz gibi baktım güzel, kocaman açılmış gözlerine.

Bir saniye kadar gözlerimizin en derinlerine baktık, kim bilir belki günler, belki aylarca sürdü bakışmamız. Kimsenin aslını bilemediği o zamanda ne olduysa, Zeliha bir sabah Zehra’yla birlikte evden çıktı. Bu kez okula gitmediler. Çok uzaklara, fillerin memleketlerinden birine, belki de gerçekten bir fille göz göze gelmek üzere yollara düştüler. Ne olursa olsun, her şeyin bir yolu bulunabilirdi. Yolda el ele tutuşmadılar, ilk kez. Zeliha ikinci bir hayata başlarken, Zehra ilk defa ayrı bir beden gibi duyuyordu kendisini, belki yeniden, belki de ilk kez doğuyordu ama tüm hücrelerinde önceden hissetmediği bir şey hissediyordu: gerçekten var olduğunu.

Cemile Özyakan



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder