Kadın Cinayetlerini Durduracağız
Platformu’nun Ekim 2017 raporu, alnımızdaki kara lekeyi bir kez daha
belirginleştirdi. Rapordaki bilgilere göre, bir ay içinde erkekler tarafından tam 40 kadının canına kıyıldı.
25'inin gururuna ve bedenine cinsel şiddet uygulanırken, 32 masum çocuk da
insanlık dışı istismara uğradı. Bu bir utanç tablosudur. Bu bitmek tükenmek bilmeyen bir acıdır. Bu çözüm bulunamayan belki de
bulunmaya değer görülmediği için gittikçe artan bir suç istatistiğidir.
40 tane kadının, 40 insanın cansız bedeni
yan yana karşımızda yatıyor işte. Keşke onların 80 eli uzansa, uzanıp
yakalarımızdan tutup hesap sorsa bize! Onların yanı başında, gözünün feri gitmiş
25 kadın ve çocuk bedenli, yetişkin acılı 32 çocuk nasıl bakardı bize? Küçümseyerek…
O zaman belki dehşeti hisseder, içinde yaşadığımız bataklığı görürdük.
Erkekler kadınlara bunu
neden yapıyor? Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden kadınların %70’i kocası, babası,
oğlu, kardeşi tarafından katledilmiş. Yani en yakını bildiği ailesi tarafından.
“Koruyucuları” tarafından! Babalar kızlarına, evlatlar annelerine kıyıyor.
Kocalar, gönlünü değil varlığını sahiplendiği karılarına kıyıyor. Erkekler,
kendileri için cinsel bir metadan fazla olmayan kadınları hatta çocukları
istismar ediyor. Ve bütün bunlar olurken asli görevi vatandaşını korumak olan
devlet, insanlarını koruyamıyor.
Çoktandır haber literatürüne geçen
"Kadın cinayeti" kavramı, “kadın düşmanlığı” fikrine bir de “cinayet” dehşetini ekleyen ifade
olarak karşımıza çıkıyor. Cinayetler "Töre Cinayeti", "Namus
Cinayeti" diye tanımlandığında bahane ya da anlam kazanmıyor. Cinayet
cinayettir, insan hayatının insan eliyle sonlandırılması, sebebi ne olursa
olsun kabul edilemez bir şeydir. Ama böyle “töre”yle veya “namus”la ilişkili
olanları, bireysel suçların ötesinde bir mesele haline geliyor. Politik bir
konu, kültürel bir mesele olarak ele alınmadığı oranda, her birimizin ortak
suçuna dönüşüyor. Özellikle de politikacıların. Ülkeyi yönetenlerin. Medya
yöneticilerinin, eğitimcilerin, kültür sanat alanında etkinlikte bulunanların. Ve
her birimizin.
Diyeceksiniz ki, “Onların
hepsi aynı kefeye konmamalı, tavırları farklı.” Öyleyse siyasetçileri,
eğitimcileri, aydınları, sanatçıları, aslında toplumdaki her bir kişiyi, bu
cinayetlerin işbirlikçisi veya karşısındaki direnişçisi diye ayırmak gerekiyor.
Diyeceksiniz ki, “Büyük çoğunluk bu iki kategoriye de girmiyor, onları da
duyarsızlar diye ayırmalı.” Hayır! Asla! Bu konuda tarafsızlık, duyarsızlık,
farkına varmamak gibi durumlar söz konusu olamaz! Bunların hepsi, bu katil ruhu
taşımanın mazeretleri.
Fakat devletin suçunu
“güvenlik sağlamamak”tan ibaret görmek, aslında devleti aklamak anlamına geliyor.
“Güvenlik eksikliği” elbette devletin suçu, ama sadece bir ayrıntı. Çünkü bu
öncelikli olarak bir güvenlik sorunu değil. Kadın ayrımcılığının çeşitli
yollardan yaygınlaştırılması yatıyor sorunun kökeninde. Kadınlara ayrı otobüs
gibi, ayrı plaj gibi saçmalıklarla ayrımcılıkları meşrulaştıran uygulamalar
var. Gündelik iletişimde şiddetin kabul edilebilir bir yöntem haline getirilmesi
de var.
Yürütülen politikaların,
işletilen toplumsal projelerin yarattığı bir suç bu. Ve yaratılan kültürün
neden olduğu bir suç. Sosyolojik bir araştırmaya konu olsun da sonuçları
görelim; bu vahşi erkekler, bu katil ruhlular hangi müzikleri dinliyor, hangi
kitapları okuyor, hangi sanatçıları seviyor?
Bu vahşet ne kadar daha
böyle sürecek? Bu olayların akşam haberlerindeki olağan yeri ne zaman
kaybolacak?
Ailede kız çocuğuyla erkeğin
farkı olmadığında, yani kızlar ağabeylerinin terliklerini ayağına
getirmediğinde. Oğlan TV izlerken, kız bulaşık yıkamadığında.
Başörtüsünün değil, eğitimin
kız çocukları için şart olduğunu anladığımızda. Kadınlar hayatını kendi
güçleriyle sürdürebileceği donanıma ulaşacak biçimde eğitim aldıklarında.
Anneler oğullarını kadına,
insana saygılı bireyler olarak yetiştirdiğinde. Bir kadının bedeninin sadece
kendine ait olduğunu, kadın ile erkeğin farklı ama bu hayatta birbirine denk
yoldaşlar olduğunu öğreten annelerin sayıları arttığında.
Sevmekle, sahip olmayı
karıştırmadığımızda. Saygı içermeyen sevginin, gerçek sevgi olmadığını
anladığımızda.
“Kızını dövmeyen, dizini
döver”, “Ersiz avrat, yularsız at”, “Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik
etmemeli” gibi mide bulandırıcı atasözlerini sözlüklerimizden söküp
attığımızda.
Yan daireden gelen seslere
“aile meselesi, karışmayalım” diyerek bir kadının şiddet görmesine göz yummadığımızda.
Erkeğin gücünü, şiddetini ve
sahipliğini yücelten, kadının da bunu bile isteye kabullendiği mesajını
gizliden gizliye veren TV dizileri hayatımızdan defolup gittiğinde.
Çocuk istismarları
haberlerini duyduğumuzda ülkeyi ayağa kaldırdığımızda. Taciz, istismar ve
cinayet zanlılarına gerekli yaptırımın uygulanmadığı, yapay gündemler ve çağ
dışı beyanatlarla kadını itibarsızlaştıran, kadını sosyal hayattan, iş
dünyasından, siyasetten uzaklaştırıp, varlığının amacı erkeğe hizmet etmek ve
çocuk doğurmak olduğunu dayatan devlet politikasına tepkimizi verdiğimizde.
Elimizi önce kalbimize,
vicdanımıza götürüp, sonra sıkıca bir yumruk yapıp masaya vurduğumuzda. Yani,
kadın eşitliği ve hakları için bir araya gelip mücadele ettiğimizde.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder