HADİ ÇIKALIM
Çalışmak ve diğer
mecburluklar, kullanabileceğiniz serbest zamanı iyice kısıtlı hale getiriyor.
Belki de hayatın en yaygın derdi bu. Yine de bu belanın olumlu bir yönünden söz
edilebilir: Serbest zamanlarınızın kısıtlı olması, günlerinizi planlamaya,
hayatınızı kısmen de olsa kontrolünüzde tutmaya neden olur. Okumak, belki yazmak,
bir dostla buluşmak, anlamlı bulduğunuz ne varsa onlar için, hayatın öğütücü
çarklarından kurtardığınız zamanı en faydalı biçimde kullanmaya çalışırsınız.
Tam da bu nedenle, izne
çıktığınızda bomboş kalırsınız. Gününüzü sizden çalan mecburluklar yoktur ki; zaman
kazanmak yönünde bir irade kullanmak, serbest zaman için uğraşmak gereği
duymazsınız. Tuhaf bir şekilde, bütün gününüz bomboş olduğu halde anlamlı bir
şeyler için zaman kullanamazsınız. Zaten gerçek anlamda yaşamak için “boş
zaman” değil, “serbest zaman” gereklidir.
Neyse, şimdi
kavramlarla uğraşmayalım yola da düşelim. Yalova’dan Gökçeada’ya. Ne de olsa
tatildeyiz!
Önce yanımızda
götüreceğimiz kitapları seçelim. Biri, gideceğimiz yerlerle ilgili olsun:
Türkiye Uygarlıklar Rehberi, Cilt 2 Marmara Etrafında, John Freely, YKY.
Böylece oralara biraz geniş açıdan bakma fırsatı bulabiliriz.
İkincisi ise, şöyle
biraz kuvvetli cinsten olsun; hep etrafı seyredecek değiliz ya, içinde
bulunduğumuz çevreyi ve dönemi aşan gerçeklikleri de görmeye çalışalım:
Estetiğin İdeolojisi, Terry Eagleton, Doruk Yayınları.
Birazdan güneş doğacak,
hadi çıkalım.
SAKİN HAYATIN BOĞAZ’I
Henüz çok yükselmemiş güneşinin
altında Boğaz’dan geçiyoruz. Çanakkale Boğazı. İstanbul Boğazı’na alışkın
olanlar için, hayat biraz daha yavaş akıyor burada.
Çanakkale Boğazı’nın
uzunluğu 62 kilometreymiş. Öyle yazıyor Freely. Genişliği bin 250 metre ile
sekiz kilometre arasında değişen Boğaz’ın, herhalde en dar yerlerinden birinden
Eceabat’a doğru ilerliyoruz.
Feribotun iki tarafında
minik mavi oynaşmalar, kıyılarda karşılıklı küçük tepecikler. Eski Yunan
tanrılarının birçok hikayesi buralarda geçiyor. Birçok Yunan filozof da buralarda
dolaşmış. Batı dillerindeki bu bölgeyle ilgili isimler, o dönemden kalma.
Çanakkale Boğaz’ına da “Dardanelles” diyorlar.
Homeros destanlarının ne kadar yaygın, ne kadar etkili olduğunun bir göstergesi
bu. Zeus’un oğullarından Dardanos ile
ilgili bu suların miti Homeros aracılığıyla Avrupa kültürüne aktarıldı.
KISA, UZUN, HAYAT
Büyük İskender de
buralarda bulundu Mustafa Kemal de. Homeros destanları da buralarda geçiyor,
kuşaklar boyunca adı bilinmeyen onca insanın hayat mücadelesi de. Felsefe
okulları, ekilen tarlaların hasadı… Savaş, geçim derdi, sevgiliye hasret, doğum
günü, varoluş meselesi…
Pers Kralı Kserkses de
İÖ 480’de Yunanistan’ı işgal ederken burada bir süre durakladı. Bir kayalığın
üzerine yerleştirilmiş tahtından aşağılara baktı. Bütün Boğaz’ın gemilerinin
altında kaybolmasını, bütün sahillerin ve ovaların insanla dolmasını seyretti.
Gemilerin yan yana dizilmesiyle oluşan köprü sayesinde ordusu karşıya
geçiyordu.
Kserkses, bu manzara
karşısında kendi kendini tebrik etti ve hemen sonra da gözyaşlarına boğuldu.
Çünkü hayatın acınacak ölçüde kısa olduğu aklına gelmişti. “Yüz yıl sonra, buradaki binlerce insanın hiçbiri hayatta olmayacak!”
Kaç yüzyıl geçti. Kaç
savaş, kaç acı, kaç hayat!
GERİYE KALAN
Yakın geçmişe gidelim
mi?
25 Nisan 1975 gününde
ve İlyas Burnu’ndayız. Yukarımızda kayalıklar, aşağımızda deniz var. Bir grup
yaşlı adam denizden kayalıklara doğru yürüyor.
Burası, Çanakkale
Savaşı’nın en şiddetli bir gününde müttefik askerlerinin karaya çıktığı yer. River
Clyde adlı bir gemiden inen askerler, kayalıklar arasındaki Türk makineli
tüfekçilerin ateşi ve piyadelerin karşı hücumu altında ilerlemeye çalışmışlardı.
Küçük bir kısmı sağ kalmıştı.
İşte o günün altmışıncı
yıldönümünde, River Clyde gemisiyle çıkartma yapan askerlerden bir kısmı, bir
kez daha aynı noktadan karaya çıkmışlar, ağarmış saçları, yaşlı adımları ve
hüzünlü gözleriyle yürüyorlar.
Karşılarında altmış yıl
önceki o Türkiyeli askerler var yine. Günlerce süren top ateşinden dolayı onların
da küçük bir kısmı sağ kalmıştı. Onlar da artık yetmişli yaşlarını geride
bırakmaya başlamışlar. Bu sefer, karaya çıkan konuklarını dostça karşılıyorlar.
Bu buluşma, 1976’nın 25
Nisan günü de tekrarlanıyor. Ondan sonraki yıllarda da. Ama her serfinde daha
az katılımla gerçekleşiyor.
Ve sonunda, o günü, 25
Nisan 1915’i gören kimse kalmıyor. Ne karaya çıkanlar var artık ne de onları
karşılayanlar. “Tıpkı Trioya gibi”
diyor John Freely, Homeros’un ifadesini kullanarak, “Çanakkale Savaşı’nın yaşayan hafızası ‘rüyalar ülkesine’ dönüşmüş
durumda.”
SAVAŞI AŞMAK
Günümüze gelelim ve
denize arkamızı dönüp ilerleyelim. Ama buralarda tam olarak günü hissetmek çok
zor. Her taraf, geçen yüzyılın başlarındaki o müthiş savaşın izleriyle dolu.
Müzeler, anıtlar, yüz yıl önce kazılmış siperler, mezarlar… Çeşitli uluslardan
askerler için düzenlenmiş, kendi dinlerinin işaretleri ile bezenmiş birçok
mezarlık.
Bölgede yapılaşma izni
olmadığı için, koylarda otel, pansiyon yok. Yoldan sapıp denize doğru
ilerlediğinizde, aracınızla devam edemeyeceğiniz yerde inip yürümek zorunda
kalıyorsunuz. Ve denize yakın bir tepenin üzerinden, kıvrılarak uzanan tenha kumsalları
seyrediyorsunuz. O yükseklikten bile denizin dibi görünüyor. Patikadan inmiş
birkaç aile, beş on kişi, kumsalın tenhalığını somutlaştırıyor.
Patikayı bile
kullanmadan, aşağıya süzülerek suya dalmak geliyor içinizden değil mi? Ama yola
devam ediyoruz.
Kavurucu sıcağın
altında dolaştığınız siperlerden ve mezarlıklardan, zaman zaman ürpertici bir
yel geçiyor. Bir kadın, “Of, ne çok insan ölmüş bu sularda,” diyor yanındakine,
“yüz binlerce ceset saçılmış etrafa! Denize nasıl gireceğiz?”
İnsanların fotoğraf
çekmeyi sıklaştırdıkları, yüzlerinde gururlu bir ifade belirdiği Arıburnu’ndaki
anıtın önünde durup bakıyorsunuz. 1934 yılında, savaş anıtını açmaya gelmiş
Anzak ziyaretçileri için Atatürk’ün yazdığı metni okuyorsunuz:
“Kanlarını döküp canlarını vermiş olan kahramanlar… Şu
anda dost bir ülkenin topraklarında yatıyorsunuz. Bu nedenle huzur içinde
yatın. Bizler için ülkemizde yan yana yatan Johnielerle Mehmetler arasında fark
yoktur…
Siz, oğullarını uzak ülkelere göndermiş olan anneler,
gözyaşlarınızı siliniz; oğullarınız bizim kucağımızda, huzur içinde yatıyorlar.
Hayatlarını bu topraklarda kaybettikleri için onlar bizim de oğullarımızdır.”
Ayaklarınızın yerden
kesildiğini hissediyorsunuz. Yükseliyorsunuz, yükseliyorsunuz… Kendinizi ılık
yele bırakıyor, tepeciklerin üzerinden süzülerek ilerliyor ve Kabatepe
yakınlarındaki bir koydan denize dalıyorsunuz. Serinliyorsunuz.
Fazla kalmıyorsunuz
denizde. Feribota yetişmek için çıkıyorsunuz.
Arkanızda kalan beyaz
köpüklere bakarak Kabatepe’den uzaklaşıyorsunuz. Gökçeada’ya doğru…
DALIP GİTMEK
Hume, Kant,
Schopenhauer, Nietzsche, Marx, Schiller, Freud, Adorno… Çeşitli filozofların
düşüncelerini inceleyerek, estetik meselesini ele alıyor Terry Eagleton. Yolun
nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.
Filozofları okumak neden
bu kadar zor? Kant gibi, Schopenhauer bir filozofu anlamaya çalışarak aylarca kitaplarına
dalmıştınız. Ve bir türlü, tam olarak anladığınıza ikna olamamıştınız. Nasıl
oluyor da, bu filozofların düşüncelerini bir başka düşünürün kitabından
okuduğunuzda genellikle anlıyorsunuz? Örneğin, Terry Eagleton, nasıl başarıyor
bunu? Yoksa bu filozofların çoğunda ifade sorunu mu var?
Yok yok, aman,
haddimizi aşmayalım! Peki, öyleyse bazı büyük filozofları anlamak neden daha
kolay oluyor? Örneğin Marx? Bu filozofların düşüncelerinin, bizim gündelik
hayatımızla ne kadar ilgili olduğu yönünde bir açıklama herhalde daha
geçerlidir.
Akademik felsefe
eğitimi falan almadığımıza göre, kendimizi zorlamanın gereği yok değil mi? En
iyisi, bu filozofları hep belli bir konu bağlamında ve haklarında yazan başka
bir düşünür aracılığıyla incelemek.
İşte böyle, Terry Eagleton
gibi bir düşünürden, estetik gibi bir konudaki düşüncelerini okurken, onun
incelediği bazı filozofları biraz daha net şekilde anlayabiliyorsunuz.
Özellikle de Schopenhauer’ı
ve Kant’ı…
“Estetik” denilen şey
hakkındaki düşüncesi, kişinin genel dünya görüşünden ayrı olamıyor. Çalışarak
geçinmek zorunda olan, yılda üç beş gün tatil yapan, ne yaşadığını anlamak için
az buçuk okuyan biri olduğunuz için mi, kendinize en çok Marx’ın estetik
anlayışını yakın buluyorsunuz. Özellikle de “içerik ve biçim uyumu” meselesine
yaklaşımını.
Schopenhauer ve
Nietzsche sanki en başta yanlış yola sapmış, sonra çok başarıyla ilerlemiş, ama
hep yanlış yolda ilerlemiş gibi geliyor size. E, “Yanlış hayat doğru yaşanamaz”
diye bir sözü yok muydu bir başka “bizim” filozofun?
Hele Schopenhauer.
Zaten onun size bir insan teki olarak hiç de önem vermediğini hissediyorsunuz.
Bireyin pek önemi yok onun gözünde. Önemli olan türün sürekliliği! Birkaç çocuk
dünyaya getirmiş ve onları bir miktar büyütmüş insanların, Schopenhauer’e göre
doğa açısından bir gerekliliği kalmamıştır. Bu durumda güzellik de ancak üremekle,
neslin devamını sağlamakla ilişkili bir kavram olarak, cinsel çekicilikle iç
içe geçiyor.
A, feribot adaya iyice
yaklaşmış. Terry Eagleton yüzünden etrafı doğru dürüst seyredemediniz. (İtiraf
edin, Estetiğin İdeolojisi üzerine düşündükleriniz, sadece bu bir buçuk saatlik
yolculukta okuduğunuz sayfalardan kaynaklanmıyor, günler önce başlamıştınız…)
Belki de yeterince
uzaktan bakmadığınız için, Gökçeada bir ada gibi görünmüyor. Bir tarafa doğru
uzanan kıyısı gözün alabildiği sınırları aşıyor. Çorak topraklar, ağaçsız,
hatta bitkisiz sayılabilecek çıplak araziler uzanıp gidiyor.
ISSIZ, SESSİZ
Karaya çıktıktan sonra
yolları karıştırma kaygısı hissetmenize gerek yok. İlk kavşakta sola dönün,
sonra zaten bir tane yol var, ilerleyebilirsiniz.
Feribottan inen araçlar
bir süre sonra birbirlerinden kopunca, ıssız yollarda etrafınıza bakınmaya
başlıyorsunuz. Yol boylarında seyrek, eski, bazılarının artık kullanılmadığı
anlaşılan evler görüyorsunuz. Adayı çevreleyen tepelerin arasından içlere doğru
ilerledikçe, yeşillik çoğalıyor. Yol kenarlarında keçiler, koyunlar dolaşıyor. Kapı
ve pencerelerin sürekli açık tutulduğu dikkatinizi çekiyor. Belli ki kimse hırsızlığa
karşı bir önlem alma gereği duymuyor.
Tek tük pansiyon
tabelaları görünüyor yol kenarlarında. Ama turizm hareketliliği yaşanmadığı
belli. Daha çok kamu kurumlarının kamp ve dinlenme tesislerinden faydalanmaya geliyor
insanlar.
Bir tabela: Laz Koyu.
Hemen aşağıya sapıyorsunuz. Belki bin kişinin paylaşabileceği, yüzlerce
metrelik bir kumsal bu. Ama sadece ilk dörtte birlik kısımda, otuz-kırk kişi
var. Kumsalın küçük bir kısmına yerleştirilmiş hasır şemsiyelerin çoğu boş
duruyor. Gidip birinin altına yerleşiyorsunuz. Plajın üst kısmındaki çay
bahçesini işletenlerin birazdan gelip şemsiye ücreti isteyeceğini tahmin
ediyorsunuz. Kimse gelmiyor.
Deniz öyle sakin,
sessiz, yumuşak kıpırdanıp duruyor. İnce çakıl taşlarıyla kaplı zemini üzerinde
yüzen küçük balıklar, insanlara aldırmıyor.
Ah, bir de ellerinde
zıpkınlı yaratıklar olmasa bu sahilde! Dörtte üçü boş kumsalda bile insanları
rahatsız etmeyi başarıyorlar.
MİLLİ EĞİTİM ÇALIŞANLARI
DİNLENİYOR
Laz Koyu’nda fazla
oyalanmadan çıkıyor, Uğurlu tabelalarını takip ederek ilerliyoruz. Ve işte MEB
Gökçeada Dinlenme Tesisleri.
Burası için başvurular
yaz aylarından önce yapılıyor. Elbette tesis kapasitesinin üzerinde oluyor
başvuru. Genellikle üç-beş kişilik ailelerin şansı daha yüksek oluyormuş. Başka
ne ölçütler dikkate alınıyorsa değerlendirilip (şimdi tanıdıklık, ayrımcılık falan gibi
şüphelerden söz etmeyelim), başvurusu kabul edilenler mayıs sonlarında
açıklanıyor.
Bilindik turizm
bölgelerindeki konaklama fiyatının altında bir ücrete, üç öğün yemek de dahil.
E, fiyat böyle olunca, yemek kalitesini eleştirmeyi kimse doğru bulmuyor. Plaj,
şemsiye, şezlong, gayet yeterli. Deniz tertemiz, serin, berrak.
Her zaman mı böyle
bilemezsiniz ama rastladığınız dönemdeki konuklar, toplu halde yaşama
kültüründen nasibini almış; selamlaşan, diğerlerinin hakkına saygı gösteren,
aile üyeleri arasında da uygarca ilişki kurdukları anlaşılan kişiler. Rahat
hareketli genç kızlar, varlığı sorun kaynağına dönüşmeyen delikanlılar,
anlayışlı yaşlılar…
Plajda ve yemekhanedeki
daha ilk gününüzde Ulaş, Deniz, Eylem gibi isimlerin ne kadar çok olduğu
dikkatinizi çekiyor. Bir de Alevi kökeni belli eden “can”lı ve “su”lu isimler.
Tesisten yararlanılan
bu dönemin Ramazan ayına denk gelmesi bu durumu açıklayan en önemli etken olsa
gerek. Düşünmeden edemiyorsunuz; acaba başka bir dönemde, yani başvuruların
daha yoğun olduğu bir dönemde, bu aynı kişilerin başvuruları kabul edilir
miydi? Ve burası bu kadar güzel olur muydu?
Bu arada, alakart
restorandaki bir çalışanın, özellikle akşam saatlerindeki bira ve rakı
satışının diğer dönemlere göre azalmadığı bilgisini verdiğini de ekleyelim.
Aklınıza gelen bir
düşünce ise gülümsemenize neden oluyor: Dindar nesil yetiştirmek amacıyla Milli
Eğitim’i yönetenlerin işi hiç kolay değil. Bu kadroyla pek mümkün görünmüyor.
BÖYLE KABUL EDİNİZ
Yoğun günler yaşamak ve
zaman sıkıntısı çekmek, yazının hakkını vermemek için geçerli bir mazeret
olarak ileri sürülemez. Ama tatilde olmak, “boş kalmak” sahiden bir mazeret
oluşturuyor. E, senede bir hafta da böyle bir mazeretimiz olabilir, değil mi?
Bu yazı da böyle olsun.
Biraz çalakalem… Üzerinde yeterince çalışılmamış, son kontrolleri yapılmamış
şekilde… Kabul eder misiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder