Öğretmenim, Bakar mısınız? - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Öğretmenim, Bakar mısınız? - Ender Macun

Öğretmenim, Bakar mısınız? - Ender Macun

Paylaş
Geçen yüzyılda, bir zamanlar, ilkokuldan mezun olduğumuzu bildirir o ‘pek değerli’ allı pullu diplomaları dağınık çocukluk çekmecemize koyup, sanki hiç bitmeyecek ılık yaz tatiline çıktığımız günlerde, kaçımızın aklından bir gün öğretmen olmak geçiyordu acaba?  Yüzü hep güneşe dönük çocuklardık hani. Hatırlayın. Kaçımız ilk öğretmeninden, okulundan ayrılmanın burukluğunu, vedalaşırken ‘canım öğretmenim’e verdiği idealist sözlerle bir nebze olsun yatıştırmaya çalıştı, kim bilir. Uzun, hayli eğlenceli, sıcacık yaz tatilimiz bir anda bitti.  Aynaya şöyle bir baktık ki, bakmaz olaydık,  kocaman kocaman insanlar olmuşuz. Bir de, üstüne üstlük, öğretmen olmuşuz.

Biz öğretmen olurken, hayat, ayaklarımızın altından kayıp gitti. Tam da öyle oldu. Kayıplarımız oldu, acılarımız, ah pek sevinçli hallerimiz, burukluklarımız da oldu. İçimize bir türlü sindiremediklerimiz, haykıramadıklarımız… Peşinden sürüklenip gittiklerimiz… Belki, böyle olsun istemezdik. Belki de tam göbeğinde yaşadık hayatı. Tam da bunu istedik hani. Ama yine de, ‘başka türlü bir şey’ di bizim istediğimiz. ‘Ne ağaca benzerdi, ne de buluta…’ Çocukluğu geride bırakıp başka yerlere ve iklimlere gittik, yeni arkadaşlıklar kurduk, evlendik, boşandık, evlenmedik, yalnız kaldık, çoğaldık, çocuk yaptık, çocuk yapmadık; gittik işte, bütün gitmeler gibi karmaşık. Ama gittiğimiz her yerde, her okulda, her mahallede, varoşta ya da kentin tam göbeğinde hani, her yerde yine de başka birer hayat kurduk yılmadan. Çocuktuk, içimizdeki her şeyle birlikte, yanından ve içinden geçtiğimiz her bir şeyle beraber büyüdük.  Biz büyüdükçe, dünyanın ne kadar kirlendiğini de gördük, bunu da görmez olaydık. Aynı, o malum şarkının sözlerindeki gibi yani.

Biz, İlkokuldaki ilk öpüşlerimizi, ilk hüngür hüngür ağlamalarımızı, ilk hırçınlıklarımızı ve pembe, kırmızı, mor, sarı, turuncu beslenme çantalarımızı bir türlü unutamadığımız için, çocukluğumuzdan bir türlü kurtulamadığımız için belki, öğretmen olduk. Öyle. Doğruya doğru. Dünyanın kirlendiğini, daha da kirleneceğini bile bile…Siyah önlüklerimiz, beyaz, temiz, kirli, pasaklı yakalarımız, ansızın düşüvermiş, akşam annemiz tekrar diker diye önlüğümüzün cebine koyduğumuz, sonra nasıl da orada unuttuğumuz, yanardöner düğmelerimiz,  bir de, üzeri çıkartmalı çantalarımız, belki çantasızlığımızdan, yalnızlığımızdan  kalan ne varsa geriye, işte onun için… Koskoca hayatın bize zamanla öğrettiklerini, bizden hunharca aldıklarını, yansıttıklarını, az biraz da, hadi o da olsun,  kattıklarını çocuklarla paylaşmak için bir de…Öğretmen olduk.

Şimdi, bazen şu okulun bahçesinde bir çocuk düşüyor ya, işte o çocukla beraber siz de düşüyorsunuzdur. Kendimden biliyorum. Onun bir parmağı incinse sizin kolunuz kanadınız kırık. O çocuğu yerden kaldırırken,  aslında kendi çocukluğunuzu kaldırıyorsunuz, bunu biliyorsunuz. O düşen çocuk sizsiniz; o aslında sizin yansımanız. Hani bazen derste günün yorgunluğuyla istemeden de olsa, bağırıyorsunuz ya bir çocuğa, işte o bağırdığınız çocuk da sizin suretiniz. Sarılıyorsunuz ya ona, öpüyorsunuz ya bazen, ya da kucaklıyorsunuz ya kocaman kollarınız arasına alıp, kucakladığınız yırtık, solmuş, kendi çocukluk fotoğrafınız. O ucu yırtık fotoğrafı her gün çocuklarınızla ve kendinizle paylaşıyorsunuz. Kara ya da beyaz tahtaya her yansımasında o fotoğrafın, içiniz bir tuhaf oluyor. Bunu, bu biraz bencilce, buruk ama incecik duyguyu en çok yaşayanlar öğretmenler olmalı. Öyle olmalı. Hem de şu çivisi çoktan (geçen yüzyılda) çıkmış dünyanın her bir tarafında. Acaba çocuklar da seziyorlar mıdır bu küçücük duyguyu?  Keşfetmişler midir? Aman tek laf etmeyin onlara, aramızda kalsın şimdilik. Yıllar sonra, uzun ve ılık bir tatil dönüşünde, belki onlardan birileri de öğretmen olacak. Ve hatırlayacak sizin her bir dokunuşunuzu. O dokunuşlarınızda adaletin, ilkeli olmanın, duyarlılığın, eleştirel düşüncenin, sevginin, bilginin de ayrıca tek tek parçaları olmalı. Böylece büyüteceğiz ve devam ettireceğiz bu ikili oyunu. Biz ona, o başkalarına dokunacak. Aslında kendisine dokunduğunu bilerek. Domino taşları gibi akacağız geleceğe ve kendi çocukluğumuza tekrar tekrar dokunarak, yeni hayatlar kaleme alıp, çoğalarak yaşayacağız. Böylesi çok güzel. Belki de öğretmenlik diye bir şey, bir meslek kalmayacak üç beş yıl sonra; bu da olası. Okul, yerini başka bir şeye bırakacak. Mümkün. Yine de çoğalmanın, dokunarak paylaşmanın yolunu ne yapar eder bulur bence insan.

Şimdilik diyelim, iyi niyetimizle yani, biz öğretmenler her yerdeyiz. Her yerde çoğalmaktayız hem de, yüzyıllardır, düşünsenize. Antik Yunan’daydık, İskenderiye’de, Babil’deydik. Harran’da…Biz öğretmenler diyorum. Devasa kütüphanelerin dehlizlerinden, labirentlerinden tozu dumana katıp çıktık. O kütüphaneler yıkılıp yağmalandı. Yeryüzünün kayıp kütüphaneleri onlar şimdi. İnsanın ayıbı. Sibirya’da, Çin’de, Hırvatistan’da, Küba’da, Nijerya’da… Karları yararak gidiyoruz ya okullarımıza, felaketler ardından gidiyoruz, deprem olmuş, sel basmış her yeri, volkan patlamış, ya da her şey sütliman. Günlük güneşlik bir sahil kasabasındayız. Ilık ve uzun, upuzun bir yaz tatilinde. ‘Çocuklar gelecektir’ diye gidiyoruz okullarımıza. Yüzyıllardır bunun için gittik. Böyle öğretildi bize. Biz bunun sahiciliğine inanıyoruz. Öğretmen olmak güzel. Öğretmenlik gerçek ve ciddi bir iş. Ve usta’nın dediği gibi: ‘Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın. Bir sincap gibi mesela.’  Ama yine de engelleyemedik, dünyanın çivisi çoktan çıktı, dedim ya. O koca paslı çiviyi yeniden yerine oturtmak işimiz. Önümüz kış olsa da hani, yarın öğretmenler günü. Yani, aslında, önümüzde ılık, uzun bir yaz tatili… Daha iyi bir dünya için.

Ender Macun, Kasım 2017




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder