Geçen yüzyılda, bir
zamanlar, ilkokuldan mezun olduğumuzu bildirir o ‘pek değerli’ allı
pullu diplomaları dağınık çocukluk çekmecemize koyup, sanki hiç bitmeyecek ılık
yaz tatiline çıktığımız günlerde, kaçımızın aklından bir gün öğretmen olmak
geçiyordu acaba? Yüzü hep güneşe dönük
çocuklardık hani. Hatırlayın. Kaçımız ilk öğretmeninden, okulundan ayrılmanın
burukluğunu, vedalaşırken ‘canım
öğretmenim’e verdiği idealist sözlerle bir nebze olsun yatıştırmaya
çalıştı, kim bilir. Uzun, hayli eğlenceli, sıcacık yaz tatilimiz bir anda bitti.
Aynaya şöyle bir baktık ki, bakmaz olaydık, kocaman kocaman insanlar olmuşuz. Bir de,
üstüne üstlük, öğretmen olmuşuz.
Biz öğretmen olurken, hayat,
ayaklarımızın altından kayıp gitti. Tam da öyle oldu. Kayıplarımız oldu,
acılarımız, ah pek sevinçli hallerimiz, burukluklarımız da oldu. İçimize bir
türlü sindiremediklerimiz, haykıramadıklarımız… Peşinden sürüklenip
gittiklerimiz… Belki, böyle olsun istemezdik. Belki de tam göbeğinde yaşadık
hayatı. Tam da bunu istedik hani. Ama yine de, ‘başka türlü bir şey’ di bizim istediğimiz. ‘Ne ağaca benzerdi, ne de buluta…’ Çocukluğu geride bırakıp başka
yerlere ve iklimlere gittik, yeni arkadaşlıklar kurduk, evlendik, boşandık,
evlenmedik, yalnız kaldık, çoğaldık, çocuk yaptık, çocuk yapmadık; gittik işte,
bütün gitmeler gibi karmaşık. Ama gittiğimiz her yerde, her okulda, her
mahallede, varoşta ya da kentin tam göbeğinde hani, her yerde yine de başka
birer hayat kurduk yılmadan. Çocuktuk, içimizdeki her şeyle birlikte, yanından
ve içinden geçtiğimiz her bir şeyle beraber büyüdük. Biz büyüdükçe, dünyanın ne kadar kirlendiğini
de gördük, bunu da görmez olaydık. Aynı, o malum şarkının sözlerindeki gibi
yani.
Biz, İlkokuldaki ilk
öpüşlerimizi, ilk hüngür hüngür ağlamalarımızı, ilk hırçınlıklarımızı ve pembe,
kırmızı, mor, sarı, turuncu beslenme çantalarımızı bir türlü unutamadığımız
için, çocukluğumuzdan bir türlü kurtulamadığımız için belki, öğretmen olduk. Öyle.
Doğruya doğru. Dünyanın kirlendiğini, daha da kirleneceğini bile bile…Siyah
önlüklerimiz, beyaz, temiz, kirli, pasaklı yakalarımız, ansızın düşüvermiş,
akşam annemiz tekrar diker diye önlüğümüzün cebine koyduğumuz, sonra nasıl da orada
unuttuğumuz, yanardöner düğmelerimiz,
bir de, üzeri çıkartmalı çantalarımız, belki çantasızlığımızdan,
yalnızlığımızdan kalan ne varsa geriye,
işte onun için… Koskoca hayatın bize zamanla öğrettiklerini, bizden hunharca
aldıklarını, yansıttıklarını, az biraz da, hadi o da olsun, kattıklarını çocuklarla paylaşmak için bir de…Öğretmen
olduk.
Şimdi, bazen şu okulun bahçesinde
bir çocuk düşüyor ya, işte o çocukla beraber siz de düşüyorsunuzdur. Kendimden
biliyorum. Onun bir parmağı incinse sizin kolunuz kanadınız kırık. O çocuğu
yerden kaldırırken, aslında kendi
çocukluğunuzu kaldırıyorsunuz, bunu biliyorsunuz. O düşen çocuk sizsiniz; o aslında
sizin yansımanız. Hani bazen derste günün yorgunluğuyla istemeden de olsa, bağırıyorsunuz
ya bir çocuğa, işte o bağırdığınız çocuk da sizin suretiniz. Sarılıyorsunuz ya
ona, öpüyorsunuz ya bazen, ya da kucaklıyorsunuz ya kocaman kollarınız arasına
alıp, kucakladığınız yırtık, solmuş, kendi çocukluk fotoğrafınız. O ucu yırtık fotoğrafı
her gün çocuklarınızla ve kendinizle paylaşıyorsunuz. Kara ya da beyaz tahtaya her
yansımasında o fotoğrafın, içiniz bir tuhaf oluyor. Bunu, bu biraz bencilce,
buruk ama incecik duyguyu en çok
yaşayanlar öğretmenler olmalı. Öyle olmalı. Hem de şu çivisi çoktan (geçen
yüzyılda) çıkmış dünyanın her bir tarafında. Acaba çocuklar da seziyorlar mıdır
bu küçücük duyguyu? Keşfetmişler midir? Aman
tek laf etmeyin onlara, aramızda kalsın şimdilik. Yıllar sonra, uzun ve ılık bir
tatil dönüşünde, belki onlardan birileri de öğretmen olacak. Ve hatırlayacak
sizin her bir dokunuşunuzu. O dokunuşlarınızda adaletin, ilkeli olmanın,
duyarlılığın, eleştirel düşüncenin, sevginin, bilginin de ayrıca tek tek
parçaları olmalı. Böylece büyüteceğiz ve devam ettireceğiz bu ikili oyunu. Biz
ona, o başkalarına dokunacak. Aslında kendisine dokunduğunu bilerek. Domino
taşları gibi akacağız geleceğe ve kendi çocukluğumuza tekrar tekrar dokunarak,
yeni hayatlar kaleme alıp, çoğalarak yaşayacağız. Böylesi çok güzel. Belki de
öğretmenlik diye bir şey, bir meslek kalmayacak üç beş yıl sonra; bu da olası. Okul,
yerini başka bir şeye bırakacak. Mümkün. Yine de çoğalmanın, dokunarak
paylaşmanın yolunu ne yapar eder bulur bence insan.
Şimdilik diyelim, iyi
niyetimizle yani, biz öğretmenler her yerdeyiz. Her yerde çoğalmaktayız hem de,
yüzyıllardır, düşünsenize. Antik Yunan’daydık, İskenderiye’de, Babil’deydik.
Harran’da…Biz öğretmenler diyorum. Devasa kütüphanelerin dehlizlerinden,
labirentlerinden tozu dumana katıp çıktık. O kütüphaneler yıkılıp yağmalandı.
Yeryüzünün kayıp kütüphaneleri onlar
şimdi. İnsanın ayıbı. Sibirya’da, Çin’de, Hırvatistan’da, Küba’da, Nijerya’da… Karları
yararak gidiyoruz ya okullarımıza, felaketler ardından gidiyoruz, deprem olmuş,
sel basmış her yeri, volkan patlamış, ya da her şey sütliman. Günlük güneşlik
bir sahil kasabasındayız. Ilık ve uzun, upuzun bir yaz tatilinde. ‘Çocuklar
gelecektir’ diye gidiyoruz okullarımıza. Yüzyıllardır bunun için gittik. Böyle
öğretildi bize. Biz bunun sahiciliğine inanıyoruz. Öğretmen olmak güzel.
Öğretmenlik gerçek ve ciddi bir iş. Ve usta’nın dediği gibi: ‘Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle
yaşayacaksın. Bir sincap gibi mesela.’ Ama
yine de engelleyemedik, dünyanın çivisi çoktan çıktı, dedim ya. O koca paslı
çiviyi yeniden yerine oturtmak işimiz. Önümüz kış olsa da hani, yarın öğretmenler
günü. Yani, aslında, önümüzde ılık, uzun bir yaz tatili… Daha iyi bir dünya
için.
Ender Macun, Kasım 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder