Dikkat çeken şefkatli davranışların ve alçak gönüllü tavırların üstündeki örtüyü kaldıran bir roman, Huzursuzluk; ‘hayat körlüğü’ne karşı bir direniş.
Bazen,
şefkatli tavırların ne kadar çok sergilendiği dikkatinizi çekmez mi? Apartman
bahçesinde oynayan komşu çocuğa, kaldırımda yürüyen bir yaşlıya, sokağın
köşesinde ürkekçe bekleyen bir kediye acıyarak ve koruyarak sevgi
gösterilmesine sıkça tanık olursunuz. Bazen de alçakgönüllü davranışlar
gözünüze batar. İşçileri çay odasında ziyaret eden müdürün gülümsemesinde,
yüksek lisans tezi hazırlayan öğrenciye hocasının söylediklerinde, hastayı
bilgilendiren doktorun sesinde fark edersiniz o alt düzeydekiyle iletişim
havasını.
Elbette
küçüğün küçüklüğünü bilmesi güzel şeydir. Büyüğün büyüklüğünü bilmesi gibi. Ustalık
da iyidir, çıraklık da. Bir annenin, her türlü gereksinimini ve güvenliğini
sağlayacak biçimde çocuğuna sevecenlikle bakması, nasıl da insanın içini
ısıtır.
Fakat
ne türde olursa olsun, bir ilişkide lütuf varsa, o sağlıklı bir ilişki olamaz.
Örneğin, bir adamın, aslında karısının işi diye gördüğü mutfak işinde yardımcı
olması, sonuçta bir lütuftur. Ve bu “yardımsever koca” görüntüsü, sağlıksız bir
ilişkinin göstergesidir. (Yanlışlığın ve sağlıksızlığın çok yaygın olması
gerçeği değiştirmez.)
Annelerin
çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getirmelerine yücelik atfetmek de bir
başka sağlıksız yaklaşım örneği. Dünyaya gelmeye kendi karar vermeyen bir
çocuğun gereksinimlerini ve güvenliğini sağlamak, ona bir iyilik değil,
görevdir. Hatta bu, sadece anne babaların değil, toplumun ve insanlığın sorumluluğu
kabul edilmeli.
Ünlü
sanatçılar, ağabeyler, eğitimciler de aynı şekilde, o konumda bulunmayı kabul
ederek, yükümlülüğü de kabul etmiş olurlar.
Bu
nedenle, şefkatin dikkat çeken bir davranış halinde ortaya çıkması, alçak
gönüllü tavırların göze batması, şüphe yaratır. Aslında insanın en doğal hali
ve sade bir tavrı olması gereken birçok davranış, çok zaman, üstün durumda bulunmayı
hissetmek amacıyla karışıyor. Veya bir suçluluğun, kişisel hayattaki bir açığın
üstünü kapama güdüsüyle ortaya çıkıyor.
Bunlar
güncel konular. İşyerinizde, apartmanınızda, ailenizde mutlaka yansımaları
vardır. Ama yüzlerce yıldır, binlerce yıldır güncel olan böyle konular üzerinde
düşünebilmek, günceli aşan bir perspektifle bakmayı gerektiriyor.
GÜNCELLİK,
DERİNLİK
Livaneli’nin
güncel konuları ele aldığı romanı Huzursuzluk’u okurken, dağılan sisin ardından
önünüze serilen göller ovalar gibi bir bakış açıklığı, bir ufuk genişliği
hissediyorsunuz. “Gülmeyin, ciddi söylüyorum,” diyor Mardin’deki Süryani Rahip
Gabriel, “bu yörede 1600 yıl öncesi, dün sayılır.” Gündelik hayatın konularıyla
ilgilenen karakterler, insanlık hallerinin derinliklerini hissettiriyor.
Önceki
romanlarından alıştığımız gibi, normalde bir arada bulunmayacak insanların
yollarını kesiştirerek gerçekliğe uzanıyor Livaneli. Huzursuzluk’ta, buna bir
de, normalde aynı anda bakılmayacak iki açıdan konulara bakmayı ekliyor.
Böylece hem çok tanıdık, bildik bir hikaye hem de bambaşka bir dünyayı görme
duygusunu aynı sayfalar içinde yaratıyor.
Anlaşılan,
anlatımdaki “mesafe ayarlama ustalığı” ile düşüncedeki “perspektif belirleme
yeteneği” denebilecek iki özellik bir araya gelince, ortaya böyle yapıtlar
çıkıyor.
Tıpkı
çalışma ortamlarında kolay kolay aşılamayan “iş körlüğü” sorunu gibi, insan
ömürlerinde de “hayat körlüğü” denebilecek bir olgudan söz edilebilir. Bir
işyerinde, birazcık farklı açıdan bakınca kolayca çözülebilecek bir sorunla,
onca eğitimli mühendisin ve yöneticinin başa çıkamadığı zamanlar olur. Çünkü
içine gömüldükleri işlere dışarıdan bir gözle bakmayı düşünemez olmuşlardır. Aynı
şekilde, insanın ne yaşadığının farkında olmadan yaşayıp gitmesinin önemli bir
nedeni de hayatının içine fazla gömülmesi, medyanın günlük perspektifiyle
dünyaya bakması değil mi?
İşte,
bir “mesafe ayarlama ustası” olarak hikayeler anlatan Livaneli, yapıtlarıyla
adeta “hayat körlüğü”ne karşı direniş büyütüyor. Başka kaynaklardan
ulaşılamayacak bilgiler vermek veya haberdar olmadığımız insanları tanıtmak
değil onun işi. (Zaten hiçbir edebiyatçının böyle bir işi olamaz.) “Fazla bildiğimiz”
hayatı anlatıyor. Aşırı yakınında, hatta içinde yaşadığımız için görmediğimiz
hayatın gerçeklerini yeniden yaratarak görmemizi sağlıyorlar.
IŞİD’lileri,
Suriye’den gelip kamplarda sefalet çeken mültecileri, gazetecileri anlatıyor.
Anadolu’daki çocukluk günlerini özleyen İstanbulluları, evlilikler kadar
boşanmaların da sıradanlaşmasını, sürekli görmezden gelinen Ezidi inancındaki
kişilerin gerçeklerini anlatıyor. Tavus kuşları, melekler, dinler… Gündelik
hayatını yaşayan kişiler, koşullar, koşulları içinde insanlar…
Romanda
geçinmek için çalışanları, sağ kalmaya çalışan mültecileri, inancını duvar gibi
ören aile yakınlarını, hepsini, koşulları içinde tanıyoruz. Bunlar elbette
İstanbul’un, Mardin’in, 21’inci yüzyıl kapitalizminin, AKP hükümeti döneminin
koşulları.
Fakat
ele alınan insanların içinde yaşadığı koşullar bu kadar dar kapsamlı değil. Mezopotamya
gerçekliği de var. Yüz binlerce yıllık ortak bir hayat mücadelesinin, türün
devamını sağlamak için geliştirilen değerlerin etkisi de var. Romandaki
kahramanları; bir arada yaşamaya mecbur olan, birbiri için besinler, eşyalar,
bilgiler üreten, ancak bu özelliğe sahip olan çeşitlerin varlığını sürdürmüş
olabileceği insan türünün birer üyesi olarak algılıyoruz.
İBRAHİM’İN
SEVGİSİ
Meleknaz,
sadece 21’inci yüzyılda, göçmen kampı veya İstanbul’da kaçak bir işyeri
koşullarında değil, çok daha büyük bileşenli değerlerle etkileşim halinde
yaşıyor. ‘Merhamet’i reddedebilecek kadar bilgi biriktirilmiş, alçak gönüllü
tavırları, iyilikseverlik ve şefkat kandırmacalarını aşacak kadar deneyim
kazanılmış bir hayat onunki. Binlerce yıllık bir hayat.
Ona
iyilikle yaklaşmaya çalışan İbrahim, bakış açısı genişledikçe, başta anlaşılmaz
gelen kızın küçümseyici tutumunu yorumlayabiliyor. “Bu kızın aşağılamaları
benden kaynaklanmıyor, insan soyunu aşağılıyor o.” diye düşünüyor. Bir arada
yaşamak için dinler yaratan, hayatı kolaylaştırmak için üretim sistemleri
geliştiren insan türünün, kendi yarattıklarına esir düşmesini aşağılıyor,
Meleknaz.
İbrahim,
Meleknaz’a yakınlaşmaya, ona ulaşmaya çalışıyor. Dünyadaki bütün insanların
kötü olmadığını ona göstermek istiyor. Çünkü İbrahim’in buna ihtiyacı var.
Meleknaz’ı inandırmak zorunda. Ona inancını kanıtlamaya çalışırken, aslında
kendini de ikna etmiş olacağı için bunu hayatının amacı haline getiriyor.
Dinciliği, ırkçılığı, savaşı, çıkarcılığı, düşmanlığı, düşmanlık yaratarak
varlığını sürdürebilen devletleri ve piyasa denen şeyleri anlatmak zorunda.
Çünkü barışa inanıyor, İbrahim. Eşitliğe, özgürlüğe, güzelliğe inanıyor.
Merhamete ve şefkate gerek olmayan bir dünyaya inanıyor. Ölüm büyütülen bu
topraklarda, ‘yaşam’a inanıyor. İbrahim, yaşamayı seviyor. Tavusları, melekleri,
insanları… Meleknaz’ı da bu nedenle seviyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder