Vefa Lisesi’nde okurken bir yandan da Cumartesi günleri Tünel’de tuhaf ve
kasvetli bir dükkânda (asıl görevimin ne olduğunu hiç anlamamakla birlikte) çalışıyordum.
Çalıştığım ve işleyişini çözmeye uğraştığım bu dükkân beş, altı metrekare, üç
duvarında raflar ve raflarda bazısı kalın bazısı ince, büyük, küçük, eski,
yeni, rengârenk defterler olan bir pul tüccarına aitti. İri yarı bir adam olan sevgili
Atilla Onat kendini böyle tanıtmıştı bana: ‘Ben bir pul tüccarıyım’
demişti. ‘Eski para ticareti de
yapıyorum ama, asıl ehil olduğum iş pullar’ diye eklemişti. Bir sürü tüccarla
tanışmıştım da bir bu kalmıştı hani. Florasan lambasının aydınlattığı o minik dükkânda
bir yıl kadar çalıştım ve orada, o yaşıma kadar görüp görebileceğim en garip
insanlarla karşılaştım. Ceketinin önü ilikli, başında gıcır fötr şapka, elinde
bir bastonla gelip yana yakına 1961 yılına ait Fransız ve Ispanya, Portekiz
pulları arayanlar mı istersin…Ya da dükkana alelacele girip, iki üç sıradan defter
karıştırdıktan sonra bond çantasından envaî çeşit pul albümleri çıkarıp bunları
keyifle karışık bir gururla fındık fıstık yiyen Atilla’ya gösterenler… O
zamanlarda anladım ki benim daha önce tanımadığım hatırı sayılır bir güruh
insan yaldır yaldır pul ve eski para peşinde koşmaktaymış. Rengarenk Türkiye
serileri yapanlar, Afrika pulları toplayanlar, erörlü (hatalı basım) para arayanlar, kabartma pul peşinde koşanlar,
Sovyetler Birliği’nin puslu manzaralarla dolu garip pullarını ve paralarını bir
ajan gibi gizli gizli arayanlar…Atilla’ya kendisinin de bir koleksiyoner olup
olmadığını sormuştum. Öyle ya, bu kadar özel bir alanda at koşturmak için ancak
o alanda sizin de biraz sıyırmış olmanız gerekir. Ama durum pek de öyle
değildi. Net bir şekilde ‘hayır’
demişti. Kendisi pullara ve paralara sadece mal olarak bakıyordu ve o
zamanlarda, seksenli yılların başlarında meraklıların ve de korkunç koleksiyonerlerin yolu mutlaka onun o küçücük dükkanından geçiyordu.
O küçük pul dükkânında kısa zamanda bir çok şey öğrendim. Öğrendiğim küçük
şeyleri başka şeylere transfer ettim. Uzun pul maşasını nazikçe kavrayıp pulu
bir kenarından hafifçe tutmayı mesela…Pulları tek tek, sabırla defterlere
yerleştirmeyi, havalandırmayı, deftere yapışmış pulları biraz sihirli bir
şekilde yapıştıkları yerden ayırmayı, madeni paraları parlatmayı, çil paralara
lüple bakıp aslında çil olmadıklarını anlamayı… Bunu, paranın sahibine nazik bir
şekilde söylemeyi de öğrendim.
Bu yazıyı yazmama sebep sevgili Atilla ve onun biraz esrarengiz
diyebileceğim küçük dükkânıdır. Başka neler toplamış olabileceğimizi düşündürdü
bana. Sahi, neler ve neler topladık, geçerken şu çok renkli hayattan. Kimimiz
sadece (sonradan hastalığa dönüşecek olan) meraktan, kimimiz olmazsa olmaz aile
geleneğinden, kimimiz de öylesine, iş olsun diye yani. Topla babam topla! O
kitabı al, şu pulu ara bul, serisini yap, ilk basım kağıt Cumhuriyet parasının
peşinde o müzayede senin bu müzayede benim koş dur. Dergi topla, bunları balya
balya yığ bir kenara. İmzalı kitaplar, ilk baskılar, siyah beyaz fotoğraflar,
rozetler, otomobil plakaları, plaklar, kasetler, kanaviçeler, dantelli şeyler
ve daha neler neler. Bundan en çok mustarip olanlardan biri de, naçizane, benim. Hem topla, hem de bundan yakın, ne iş?
Keşke Atilla’nın dükkânındaki kadarla sınırlı kalsa insanlar, ama ne gezer,
algıda seçicilik işte, ben ne kadar kaçtıysam, biriktirenler, toplayanlar,
hatta topladıklarını üst üste yığanlar her daim karşıma çıktı. Bana da ucundan
kıyısından bulaştı bu şey, hadi, ‘rahatsızlık’ diyelim.
Kişisel ya da ailevi değere sahip olan ya da ‘böyle bir değer biçtiğimiz’
malzemeleri, şeyleri de yıllarca iştahla topladık. Kimimiz biricik çocuğunun
düşen süt dişlerini tek tek alıp küçük kutulara koydu, bazıları bunları ipe
dizip kolye, bilezik, yüzük bile yaptı…kimimiz zamanında zor zahmet para
biriktirip aldığı Talking Heads’in tüm kasetlerini açmakta zorlandığı çekmecesinde
alt alta üst üste yerleştirdi. Üzerine birer ‘kendince’ arşiv numarası bile koydu.
Ya da, ne bileyim, peçeteler mi istersin, boy boy, renk renk. Kağıttan olanı,
kumaştan olanı, dantellisi, üzeri rujlu kalmış, öyle saklanmışı.
Şu ahir
ömrümde daktilo, tulumba, elektrik sayacı, su saati, otomobil direksiyonu, kömürlü
ütü, körüklü fotoğraf makinesi, lambalı radyo, manda kasa televizyon toplayan
adamlar bile gördüm. Koyacak yer bulamayıp evin bodrumunda ya da çatı katında
örümceklendirerek saklayanlar… Bir türlü hayatımızdan atamadığımız, off, geri
dönüşüme de katamadığımız, ayrılamadığımız yani ve giderek kendi girdabında çoğalttığımız,
giderek bizi de hasta eden, öhö öhö, ne
kadar da çok şey vardı hayatlarımızda. İki muntazam delikle güncel hayattan
dışlanmış, arasında kurutulmuş çiçeklerle yeşil, lacivert, bordo pasaportlar,
zamanında arka ceplerimizde taşıdığımız, pvc henüz icat olmadığı için kendi
ince naylonuyla kavrulup giderek popomuzun şeklini almış okul pasoları, çeşit
çeşit kimlik kartları, kartvizitler, nüfus cüzdanları, eski ve değerli ve
geçersiz evraklar, bir gün kullanılır diye bir köşeye atılmış yanmayan çakmak
ve porselen kül tablaları, cillop gibi iskambil kağıtları ve ilaç şirketlerinin
promosyon şeyleri.
Koleksiyonculuk başka iş. Bunu bir kenara ayıralım, tamam. Onlar, aziz
koleksiyonerler resimlerini, paralarını, pullarını ne bileyim heykellerini
falan toplasınlar. Rahmi Koç gibi, Sunay Akın, Orhan Pamuk gibi mesela bir gün
bir müzeye dönüştürürler uğraşlarının toplamını, ya da benzer başka bir
platformda değerlendirebilirler. Karlı bir iştir de ayrıca. Atilla boşuna
kendini pul tüccarı olarak tanımlamıyordu. Unutulmaması gereken şey
koleksiyonerliğin kılcal damarları olduğudur. O kılcal damarlarda keyifle,
biraz para dökerek, sıkılmadan, özenle çalışabilirsiniz. Müthiş geliştirici bir
uğraştır. Uğraş ne kelime, uğraşın da ötesindedir. Gel gelelim, şu Duran Duran,
Belkıs Akkale, Kitaro kasetlerini artık koyun bir naylon torbaya, ağzını da
bağlayın ve geri dönüşüme kazandırın. Duydum ki halâ betamaks ve vhs video
kasetlerine kıyamayanlar varmış. Bitti kardeşim. Onların antika olacağı falan yok.
Biri yalan söylemiş size. Elinde walkman’ler mi olanlar ararsın, piller,
plastik oyuncaklar, okunmayan gıcır kitaplar, bir gün antika olur diye
bekletilen Nokia telefonlar, bunların şarjları, vinilex kılıfları… Gidin verin
bir yerlere. Eviniz ferahlasın. Belki bir dizi çekiminde falan kullanılır. ‘Aa
bak, benim babadan yadigar Nokia bu’ dersiniz, sevinirsiniz. Çukurcuma’ya gidin
verin. Yok, orası biraz lüks kaçar, en iyisi Küçükpazar’da birilerine verin siz.
Halk işidir Küçükpazar, sarar sarmalar sizin yadigârları. IBM’lerinizi de
verin. Müzayedede yüz binlerce dolar ödenen bilgisayarlardan bizim memlekette
çıkmaz. Çıkarsa da bizim ruhumuz duymaz. Evi, ofisi, iş yerini ferahlatın.
Boşalan çekmecelere daha gerçek şeyler koyun. Ya da, vazgeçtim, çekmeceleri de atın artık. Hayatımızdaki bütün
çekmeceler biz bir şeyler yerleştirelim diye üretildi. Sadeleşmek lazım,
azizim. Az, çoktur. İlk önce azalalım. Azalmakla başlayalım. Bak bunu ilk önce
de kendime söylüyorum hani, yanlış anlaşılmasın. Bunu söylerken de hafta
sonunda evi şöyle ciddi bir şekilde elden geçireceğimi de ekleyeyim. Verin,
verin. Verin ve kurtulun. Azalın. Azalmak iyidir.
Ender Macun, Kasım 2017
endermacun@yahoo.ca
Ender abi dur atma ben alırım onları!
YanıtlaSilÇok var çok...oyle böyle değil.. .
YanıtlaSil