Haritada Bir Nokta öyküsünde, Sait Faik, öykünün
adına yakışır biçimde doğayla, denizle, adayla, balıklarla, balıkçılarla dolu,
düş ile gerçeğin oynaştığı bir dünya yaratır. Sıradan insanların yaşadığı
dünyanın bir yerindeki o ada, haritadaki minicik noktadır. Oradaki doğa,
oradaki balıkçılar, hayallerle ve dertlerle geçip giden günler çeşitli insanlık
durumlarını yansıtır. Sait Faik’in gözüyle ne güzel görünmektedir doğa ve insanlar.
Yaşam mücadelesi ne güzeldir. Beğenilme isteği, sevgi arayışı, karnını doyurma
çabası, söz söyleme uğraşı… Günler sakin geçiyor gibi görünse de, insanların iç
dünyasında ne fırtınalar kopmaktadır.
“Haritada Bir Nokta”, yazarın 1952 yılında yayınlanan
“Son Kuşlar” adlı kitabında yer alan bir öyküsü. 11 Mayıs 1954’te
Burgazada’daki annesinin evinde sirozdan yaşamını yitiren Sait Faik’in son
yıllarına denk düşmektedir bu kitabının yayınlanması. Bu yıllar, onun hem
hastalığı hem de yaşam yorgunluğu nedeniyle insanlardan uzaklaşıp adaya
çekildiği, bir bakıma arınmayı dilediği yıllardır.
Anlatıcı doğaya, özellikle de adalara olan
tutkusunu anlatmaya; “Çocukluğumdan beri
haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar (…)” tümcesiyle başlar. Ada; özlenen dostluğu, erdemi ve namusu
simgeler onun için. Yatak odasına astığı haritadaki o adaya çıkar düşlerinde.
Kendisini karşılayanı, ağabey; gittiği evdekileri de anası, bacısı sayar. “İsraftan, delilikten, serserilikten dönmüş
gibi olurum yatağımın içinde (…)” diyerek, yaygın biçimde yaşanan
olumsuzluklardan sıyrılmaya ve dinginliğe olan özlemini dile getirir.
Okurla karşılıklı konuşur, dertleşir gibidir. Adada
yaşamaya başlamasının rastlantı sonucu olduğunu söylemekle birlikte, “Asıl yuvama dönmüştüm (…) Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken
basıp gitmiştim (…), Gittiğim motorla
geri dönmüştüm (…)” söylemleri ile düş ve gerçek arasında gizler yaşatır
kendisini dinleyenlere.
Öyküde büyük şehirler, çirkinliklerin; ada ise
iyiliğin, erdemin ve namusun simgesidir. Öykünün kahramanı, arınmış bir yaşam
inancıyla, kaybettiği her şeyi; insanlığı, cesareti, iyiliği, saflığı,
dostluğu, alın terini, dinginliği adada yeniden bulacak; belki özlediği temiz
bir yaşamın içinde ölümü bekleyecektir. Tek kötü huyu(!) yazmaktan da
vazgeçecektir. Adadaki olumsuzlukları da görür ancak, görmezden gelir; arılığa
olan inancını yitirmek istemez.
Öykü içinde başka bir öykü başlar sonra. Bu ikinci
öyküde, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıların ve rıhtım kahvehanesindekilerin
çevresinde geçen bir olay anlatılır.
“Kayığı
temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisini, zayıf,
sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir
sevgi ile çalışıyordu.” Yazar, bu sözlerle sekizinci adamı –kendisiyle özdeşleştirerek- bu
ikinci öykünün ana kişisi konumuna taşır. Tüm içtenliği ile çalışan adamın tek
beklentisi, kayıktaki iş bittiğinde kendisine verilecek bir dülger
balığıdır. Balıkçılar, ona çalışmasının
karşılığını vermeyip çirkinleştikçe; gülümsemesi “önce tehlikeli bir halde donar, sonra bir meyve gibi çürüyüverir” yüzünde. Son balık rıhtıma
atıldığında, yüz ifadeleri neredeyse “eski
temiz, taze meyve halini alacak gibi olur.” O balık da bir çizmenin altında
ezilir.
İlerideki vapura doğru uzaklaşan o adam, arınmış
yaşamı simgeleyen adada yaşam kavgası içindeki insanın imgesine dönüşür. Hayalin
üzerindeki perde kalkar, haksızlık, duyarsızlık, zor koşullar görünür hale
gelir. Bir kâğıt alır yazarımız eline. Kalemi yontar. Yonttuktan sonra tutar öper. Yazmasa deli olacaktır!
Figen Yamansoy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder