Selanik Gezi Notları - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
Selanik Gezi Notları - Zafer Köse

Selanik Gezi Notları - Zafer Köse

Paylaş

İstanbul’dan kalkan bu otobüsün 7 numaralı koltuğunu senin için ayırdım. Hadi gel, ne zamandır istiyordun ya, Selanik’e gidelim.

***
İpsala sınır kapısına yaklaştıkça, Yunanistan’la ilgili bildiklerini, duyduklarını kendine tekrarlıyorsun. Bitki örtüsü, iklim, insan davranışları, müzik, yemekler… Birçok konuda tanıdık bir ülkeye gitmekte olduğuna eminsin.

“Oradaki sıcakkanlı ve konuksever insanların arasına girdikçe, başka bir ülkeye değil, memleketinin başka bir bölgesine gittiğini hissedeceksin” diyen arkadaşlarını anıyorsun.

Ne var ki, gecenin karanlığında karşına çıkan “gümrük” gerçeği, bu duygunu sarsıyor. Yüz bin yıldır akan derenin iki tarafını farklı dünyalar gibi algılaman isteniyor. Muktedirler bunu sağlamak için, daha doğrusu, kendi varlıklarını hissettirmek için her türlü çalışmayı yapmışlar. Koca koca direkler dikip dev bayraklar çekmişler. Derenin üstündeki köprünün demirlerinin yarısını kırmızı beyaza, diğer yarısını ise mavi beyaza boyamışlar. Suyun iki tarafından getirilen gençlerin eline tüfek verip oraya nöbetçi diye dikmişler.

Ne gökyüzündeki bulutların haberi var bu gümrük denen şeyden ne de toprağı sallayan depremlerin.

Bütün bu binalar, kontrol noktaları, çitler sürekli yüzüne karşı bağırıyor: “Hey, kendini o kadar kaptırma, sen yabancı bir ülkeye gidiyorsun! Bu dünyayı farklı uluslardan meydana gelmiş olarak algılaman gerekiyor. Örneğin çalışıp üretenler ve başkalarının ürettiğini yiyenler diye bir ayrım gerçek değil! Yalan sayesinde yaşayanlarla gerçeklerden yana olanlar diye bir şey yok!”

Neyse ki, insanların seyahat etmesi, para harcayıp pazarı canlandırması gibi beklentileri de var aynı muktedirlerin. “Aslolan milliyettir” duygusunu yaşaman şartıyla ve birkaç can sıkıcı işlem sonucunda “karşı” tarafa geçiyorsun.

***
Otobüsün farları otoyoldaki yeşil tabelaları aydınlatıyor. Tabelalarda sana hiçbir şey ifade etmeyen Yunan alfabesiyle bir şeyler yazıyor. Bu kelimelerin hemen altında ise, Latin harfleriyle, yine Yunanca kelimeler var: Xanthi, Kavala, Thesaloniki… 60 km, 182 km…

Cep telefonuna bir mesaj geliyor. GSM operatörünün çekim alanının dışına çıktığın için artık abonesi olduğun tarifenin geçerli olmadığı bildirilip, bundan sonraki görüşmelerinin tarifesi hakkında bilgi veriliyor.

Henüz birkaç kilometre ilerlemiş durumdasınız. Telefonlar değilse de otobüsün radyosunun Türkiye’deki yayınları çektiğini düşünüyorsun. Çünkü bir Karadeniz çalıyor.

Saat gece yarısını geçiyor, etraf karanlık Yerleşim bölgelerinin dışındaki bu yolda zaten görülecek pek bir şey yok. En iyisi biraz uyumak.

O da ne! Radyodaki şarkının sözleri başlıyor. Yunan müziğiymiş! Ege müziği ile benzerliğe hazırdın, ama buna şaşırıyorsun. Oysa biraz düşününce şaşıracak bir şey olmadığını hemen anlıyorsun. Rum, Pontus… Gözlerin kapanıyor.

***
Rehberinizin sizi uyutmaya niyeti yok.

Mola yerleri, o sırada yakınından geçmekte olduğunuz şehirler, Yunan mitleri, Aristo, tanrılar… Eğlenmek ve gezmek için yola çıkmış insanları sıkmayacak şekilde neşeli ama hiç de magazinsel olmayan, yüzeysel kalmayan bilgiler veriyor.

Arada gezi programını hatırlatıyor, Atatürk’ün doğduğu evden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın imarethanesine kadar göreceğiniz çeşitli yerlerin özelliklerini anlatıyor, nerede ne yemeniz gerektiği konusunda önerilerde bulunuyor. Kazancakis’ten, Theodorakis’ten, Homeros’tan alıntılar yapıyor.

Hephaistos’tan da söz ediyor. Yunan mitolojisinde Zeus ile Hera'nın oğlu, tanrılar arasındaki emekçi!

Anlıyorsun ki, tur rehberi, turun kalitesini belirleyen önemli etkenlerden biri.

***
Sabah oluyor. İskeçe’de mola… Yunanistan’ı gün ışığında ilk kez görüyorsun. İstanbul’dan İç Anadolu’ya doğru giderken yol üstünde gördüğün kasabalar, araziler, biraz zayıfça bitkiler… Ve bildiğin Anadolu insanı…

Tüm benzerliklere rağmen, yola çıkmadan önce arkadaşlarının en çok üzerinde durdukları farklara dikkat edeceksin: Yollara çöp atılmıyor ve lüks otomobillere pek rastlanmıyor. Bakalım öyle mi?

İskeçe gibi yerlerde öyle ama Selanik’e yaklaştıkça pek de öyle olmadığını düşünüyorsun. Yollarda az da olsa lüks arabalar var. Belki de son zamanlarda okuduğun haberlerde sözü edilen Yunanistan’daki ekonomik krizin böyle bir açıklaması da vardır.

Ekonomik kriz belasının başka bir kaynağı olabilir mi ki: Ürettiğinden fazlasını tüketmek, başkasının ürettiğine sahip çıkmak? Yani çoğunluğun durumu kötüye giderken birilerinin zenginleşmesi…

Yollara çöp atma konusu… Çöp yok tabii yollarda, kaldırımlarda, parklarda. Zaten Türkiye’deki insanlar kadar kendi yaşadığı bölgeye çöp atan, piknik alanlarını, sahillerini, sokaklarını çöplüğe çeviren var mıdır ki?

Ama kaldırımlarda sigara izmaritlerine rastlamak seni şaşırtıyor. Bu kadar yaygın şekilde sigara içiliyor olması da beklemediğin bir durum. Kapalı yerlerde bile, lokantalarda, kafelerde sürekli dumanlanıyorlar.

***
Selanik… İzmir’i andıran rıhtım, Beyaz Kule, surlar, İstanbullu komşularına benzeyen insanlar…

Karşılaştıklarından anladığın kadarıyla, burada herkes İngilizce biliyor. Ama neredeyse hiçbiri çok iyi konuşamıyor, anlaşıyor işte. İyi, diye düşünüyorsun, böyle durumlarda daha rahat anlaşabilirsin.

***

Yedi numaralı koltukta oturuyorsun ya, şoföre ara sıra bir şeyler sorma şansın oluyor. Şehirlerarası yolların genelde tenha, rahat, güzel olduğunu görüyorsun. Şoförünüz bu yolların ücretsiz olduğunu söylüyor.

Bu sohbete katılan rehberiniz de, Yunanistan’da sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin tamamen bedava olduğu bilgisini veriyor. Bu bedava hizmetlerin oldukça yaygın, eşit ve kaliteli olduğunu ekliyor.

***
Kiliselerin kapılarında sarı bayraklar dikkatini çekiyor. Bu, o kilisenin İstanbul Patrikliğine bağlı olduğunu gösteriyormuş. Yani Ortodoks.

Kiliselerin çoğunun kubbeli olduğunu görüyorsun. Katoliklerin çatılı kiliselerine karşın, Ortodoks kiliselerinin genellikle kubbeli olduğunu söylüyor rehberiniz.

Kilisenin içinde başını kaldırıp bakınca, bu kubbeleri kaplayan resimleri seyrediyorsun. İncil’deki hikayeleri anlatan resimler. İstanbul’da, televizyonda ve kitaplarda gördüklerine benzeyen tanıdık resimler. En çok Meryem Ana’yı tanıyorsun. A, bak şu adamı da hatırlıyorsun bir yerlerden. İsa Peygamber’e inanan ama baskılardan dolayı bunu gizleyerek yaşayan… Adı neydi? Neyse, geziye devam edelim.

Burada din, insanların günlük hayatında ağırlıklı bir yer kaplıyor. Bazı durumlarda neredeyse yobazlığa varıyor. Ama görüyorsun ki, Hıristiyanlığın en tutucu hali bile, insanların günlerini güzel yaşamasını, akşamları eğlenmesini, şarap, uzo içmesini engellemiyor.

Günlük hayat açısından Müslümanlıkla en önemli farka galiba ibadethanelerinin durumu neden oluyor. Sonuçta, kiliselere ailece gidiyorlar. En güzel giysileriyle kadınlar ve çocuklar da içeride bulunuyor. Kutsal bir mekan içinde eşit koşullarda bulunmak, o mekan dışındaki hayatı da mutlaka etkiliyordur.

Birkaç bin yıllık geçmişi düşündüğünde, bu durumu çok şaşırtıcı buluyorsun.

Çünkü kadına verilen haklar konusuna Müslümanlıkta çok daha fazla yer ayrılmıştır. Kadının insan kabul edilmediği dönemde, bazı şartlara bağlı olarak da olsa, kadınların sözlerinin dikkate alınması, şahitliklerinin kabul edilmesi kararlaştırılmıştı. Kızları öldürmenin “insan” öldürmek olarak görülmediği bir dönemde, kadını dövmeyi katı bir şekilde sınırlayan kurallar getirilmişti.

Bu dönemde yaşayan bir kişi olarak bakınca böyle haklar; iki kadının bir erkeğe eşitliği, kadınların sadece çok özel durumlarda dövülebilmesi falan mizah gibi görülebilir. Ama o dönemde gerçekten radikal bir gelişmeydi.

Peki nasıl oluyor da, öylesine ileri bir hamleyle ortaya çıkan bir dine inanan bugünün Müslüman toplulukları, böylesine vahşi ve geri tarzda yaşıyorlar?

Ah, iktidarlar! Yüzlerce yıllık iktidar yozlaşması!

İsa peygamber öldüğünde ona inanan sadece on iki kişinin olması ve onların da kendilerini gizleyerek yaşamak zorunda kalmaları herhalde dikkate alınması gereken bir farktır. İslam peygamberinden sonra geride büyük bir iktidar kalmıştı.

***
Şehir merkezleri dışındaki yol kenarlarında, kiliseye benzer maketler gözüne çarpıyor. Bunların içinde mum oluyormuş, hatta bazen biraz para da bulunuyormuş.

Yollarda veya trafik kazalarında ölen insanların yakınları yaptırıyormuş bu maketleri. İsteyen mum yakıp onların ruhuna dua etsin diye. Veya yolda kalan biri gerek duyarsa oradaki parayı, bırakılmışsa içindeki yiyeceği kullansın diye.

***
Ha, bak, akşam tavernaya gidecek olanlar için rehber organizasyon yapıyor. Adını yazdırmayı unutma!

***
Selanik’te, Aristo Meydanı’nda dinlenmek ve serinlemek için bir kafede oturup frape içiyorsun.

Elinde aynı buzlu kahveden olan bir kişi masana gelip hemen karşına oturuyor. E, ne yapsın, kafede boş yer yok. Hafif bir selam veriyor otururken ama senin varlığınla pek ilgilenmiyor. Acaba birkaç kelime konuşsan mı? Yoksa hiç rahatsız etmemek mi daha doğru olan? Ne de olsa yabancı bir ülkedesin, nasıl davranacağın konusunda kararsız kalıyorsun.

İki dakika sonra koyu bir muhabbetin içinde buluyorsun kendini.

Frape arkadaşınla konuşurken, otobüste şoförün ve rehberin sözünü ettiği bedava hizmetlerden konu açılınca bir algılama farkı dikkatini çekiyor. Hani sağlık, eğitim, yollar bedava ya…

Frape arkadaşın, “bedava” demeni senin İngilizcenin yetersiz olmasından kaynaklı bir ifade olarak görüyor galiba, anlayışla gülümsüyor. Ve kendi çat pat İngilizcesiyle açıklıyor. Hizmetlerin, ürünlerin hiçbiri bedava olamaz. Harcaman özel giderse, kendi masrafını kendin karşılarsın. Kamusal giderse, ortaklaşa karşılanır. Herkes kendi eğitim, sağlık, ulaşım giderini kendi karşılayacaksa, niye toplum halinde yaşayacağız ki? Değil mi ama?

E, öyleyse, görevi bu işleri düzenlemek olan herhangi bir devletin, “herkesin nitelikli ve eşit eğitim alması için yeterli kaynak yok” demesi, aslında “ben yurttaşların birlik halinde yaşamasını sağlayan bir organizasyon değilim” anlamına gelir. “Benim asıl işim sınırları sağlama almak, düşmanlıkları büyütmek, muhalifleri susturmak, sermayeyi korumak…” İşte, İngilizcesi yetersiz olduğu için böyle saçma sözler ediyor!

Neyse, biz Selanik turuna devam edelim.

***
Büyük binalar arasında geniş meydanda dolaşıyorsun. Burası Aristo Meydanı. Ne olağanüstü, ne harika bir duygu! Aristo’nun memleketi burası! Büyük İskender’in, Sokrates’in, mitolojinin memleketi. Bu memleket Avrupa uygarlığının, kültürünün, aydınlanmasının kaynağı.

Rönesans’ı, örgüt bilincini, demokratik değerleri yaratan Avrupa’nın kökeni, işte buralarda! Hümanizm anlayışının, padişahtan lütuf bekleyerek değil de toplumsal yapılanmalarla sosyal güvenceler geliştirmenin, itaat etmek yerine isyan etmenin onaylandığı topraklar…

***
Avrupa insanı deyince genellikle Almanya, İsviçre gibi ülkelerde yaşayanlar aklına geliyor, değil mi? Dakiklik, kurallara bağlık gibi özellikler... İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde yaşayanlar Avrupa nüfusunun epeyce bir kısmını oluşturduğu halde, nedense “bir Avrupalının kişilik özellikleri” söz konusu olduğunda, hep Akdeniz’e uzak yerlerdeki yaşam biçimlerini düşünüyorsun.

Akdeniz’de kıyısı olan ülkeleri ayrı bir kıta kabul etmek gerektiğini söyleyenler, galiba haklı.

Şu kısacık gezide herhalde yeterince gözlemleme fırsatı buluyorsun. Yunanlar eğlenmeyi, içinde yaşadıkları günü güzel geçirmeyi çok önemsiyorlar. Gelecek kaygısıyla sürekli çalışmak, biriktirmek gibi dertleri pek yok.

Ayrıca, otomobil gibi araçları bir itibar nesnesi, sahip olma tutkusunun göstergesi haline getirmiyorlar. Bir araç işte; bir yerden bir yere gitmek için gerekli bir şey...

Sonuçta Yunanlılar, Avrupalıların sıcak iklimde, denizle içli dışlı yaşayan türü.

Başka bir açıdan bakınca, Anadolu’daki insanların Avrupalı hali; örgütlü yaşamı benimsemiş, sosyal güvenceler elde etmiş Avrupalıların bir parçası.

***
Ve işte dönüş zamanı geldi. A, bu arada hiç fotoğraf çekmedin; olur mu, dönünce sorarlar sana!

Fotoğraflara bakmayı hep geçmişe takılıp kalmak olarak gördüğün için, hiç öyle bir hevesin yok. Oysa dönünce yazmayı düşündüğün gezi notlarını sonradan okumak da geçmişe dönüp bakmak anlamına gelmeyecek mi?

Hayır, gelmeyecek. Fotoğrafçı olsaydın, bir geziye katıldığını ancak fotoğraflayarak hissedebilirdin. Yazmayı yaratıcı bir süreç olarak gördüğün için, izlenimlerini yazmak, “geçmiş zaman biriktirmek” anlamına gelmiyor; yaşadığını tamamlayan, ne yaşadığını anlamanı sağlayan bir uğraş oluyor yazmak.

***
Dönüş yolunda biraz yorgunsun. Otobüsteki diğer yolcular da daha hareketsiz, daha sessiz.

Kavala’da bir mola, mola sırasında bir kilise ziyareti... Bak, ne güzel, bir vaftiz törenine denk geliyorsunuz. Küçük çocuğun Hıristiyanlaştırılması töreni...

Çocuk annesinin kucağında, onların hemen yanında ise babası duruyor. Kilisenin içi kalabalık. Herkes özel bir güne uygun şekilde giyinmiş. Etrafta mumlar, lambalar yanıyor, resimler rengarenk parlıyor.

Anne, baba ve çocuğun hemen karşısındaki papaz, ritüel hareketlerle dua okuyor. Herhalde Latince sözler bunlar. Elindeki tütsüyü sallayarak çocuğun etrafında dolaşıyor.

Ama çocuk ağlıyor. Annesi bir yandan papaza yardımcı olurken bir yandan da çocuğu susturmaya çalışıyor.

Çok uzun sürüyor çocuğun ağlaması! Boğazını acıtacak şekilde sesler çıkarıyor! İçin sıkılmaya başlıyor. Gidip çocuğu annesinden almak, dışarı çıkarmak, oyalamak geliyor içinden.

Kimse çocuğun ağlamasını umursamıyor. Önemli olan dinsel törenin yapılması!

Çocuk ağladıkça ağlıyor. Dayanamayıp dışarı çıkıyorsun. Hâlâ çocuğun sesi geliyor! Belli ki boğazı tahriş olmuş, sesi kısılmış!

Yavrucağın ruhunu kurtarmak için yapılıyor bu tören. Günahlarından arındırmak için.

Biraz daha uzaklaşıyorsun kiliseden. Artık sesi gelmiyor. Ama biliyorsun ki ağlamaya devam ediyor. Tam o anda, o pazar gününün o dakikasında, kim bilir ne çok çocuk ağlıyordur, dünyada! İyilik yaptığını, onları günahlarından arındırdığını düşünen büyükler, kim bilir ne çok çocuğu ağlatıyorlardır.

Aklına takılıyor; bin yıllardır din adına ve insanların mutluluğu için yapılan onca uygulamada, ne büyük acılar yaşandı, ne savaşlar oldu, ne çok insan öldü...

***
Evine dönüyorsun. Tatlı bir yorgunluk var üzerinde. Kulaklarında dün geceki tavernanın sesleri çınlıyor. Anlıyorsun ki, o tavernadaki saatler, bu geziden kalan en canlı anıların olacak.

Benim Güzel Manolyam, Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya, Leylim Ley, Çadırımın Üstüne Şıp Dedi Damladı... Sadece müzisyenlerin değil, tavernadaki Yunanlıların da söylediği Türkçe şarkılar, türküler... Sözleri aklında kalmayan ama çok tanıdık Yunanca şarkılar, türküler... Dans pistine doğru yürürken uzanıp masandan teklifsizce bir erik alan insanlar, gülümsemeler, uzolar...

Güzel bir gezi oldu diye düşünüyorsun.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder