SÖZÜ GÜZEL, SESİ GÜZEL
Muhammed Bouazizi’yi
tanıyor musunuz? Belki haberlerde ondan söz edildiği günleri
hatırlıyorsunuzdur. Hatta belki araştırmış, hakkında birçok bilgiye
ulaşmışsınızdır.
işçinin oğlu
babasız bahtsız oğlu
hasreti muhammed
4 Ocak 2011’de, 27
yaşında, kendini yakarak Tunus’ta bir direniş başlattığını biliyorsunuzdur. Ekmek parası peşinde koşarken, geçimini sağladığı seyyar satıcı
arabası elinden alınınca başlayan yüreğindeki yangını hissetmişsinizdir belki.
Gururu kırılan, içindeki isyanla tutuşan, ateş topuna dönüşen Muhammed’in Yasemin
Devrimi’ni ateşlediğini hiç unutmuyorsunuzdur.
kor ateşini
kimseye göstermedi
hürmeti muhammed
Sonra, Bouazizi’yi yakan
ateşle başlayan Arap isyanlarının hiç de demokratik sonuçlara ulaşamadığını,
hatta dinci hareketlerin daha etkili konuma gelmesine yol açtığını görmüşsünüzdür.
Fakat Muhammed’in anlamı alev alaev canlıdır.
Muhammed’i tanımak, içinde
isyan ateşi yanan insanları bilmeyi gerektiriyor. İçinizdeki ateşi görmeyi
gerektiriyor. İlle de şiir gerektiriyor. Onca haberden ve bilgiden sonra, bir
gün elinize bir kitap geçince ve içindeki bir şiiri okuyunca, ancak o zaman Muhammed’i
tanırsınız. Onur Behramoğlu’dur o, “Senden Öğrendiğim Şarkılar”ı yazmıştır. 79
sayfalık bu kitabın içinde, 79 kelimelik bir şiir vardır; inanmazsanız
sayarsınız.
“kalbi olana
zengin denilir” dedi
hazreti muhammed
KIRILGAN, DİRENÇLİ,
ONURLU
Bunun hemen
sonrasındaki şiir sizi alıp dünyanın öbür ucuna, Amerika’ya götürse de,
duyduğunuz ses hiç değişmeyecektir. Aynı ton, aynı tını, aynı renk. Bu kez,
Amerikalı bir adamın sesidir duyduğunuz. Oğlu savaştan dönen bir babanın sesi.
Her gece oğlunu uçağa bindirip, her gece savaşa, her gece Irak’a gönderen
babaların, her gece yol gözleyen annelerin sesi. Dünyanın bütün anne ve
babalarının.
Dünyanın öbür ucundaki
bu dostumuzun sesi acılıdır, yorgundur, dirençlidir. Başkalarının çocukları
ölmesin isteyen, oğlunu isteyen, canlı isteyen bir sestir o. Dinler yaratan,
Tanrı’yı yaşatan, umutsuzluktan umut türeten insana güzellemedir.
Onu dile getiren
şairimizin tüm sayfalardan duyulan sesi de öyle. Kırılgan, dirençli, onurlu:
elbet onur da sabaha
çıkar
sabaha çıkar gökyüzü ve
su
Sonuna gelince, kitabın
en başına dönüp tekrar okursunuz. Sonra atlayarak okursunuz. Karışık okursunuz.
Artık sözleri okumak değildir yaptığınız, o sesi dinlemeye başlarsınız. O
kırılganlığı, o direnci, onuru.
Pencerenin önündeki güvercini
ürkütmemek için odasının ışığını yakmayan şairin sesidir bu. Yumuşacık. Senden
öğrendiği, hayattan öğrendiği, yeni doğan çocuğundan öğrendiği şarkıları
söyleyen bir sestir. Gür. Sakin ve gürsoluk.
aynadan çocukluğum
geçiyor
yere yavaşça düşerken
bir el
Bütün çocukların
başında bir çello gibi bekleyecektir, vakur, kararlı, sade.
ŞAİRLE BULUŞMAK
Onur Behramoğlu, Senden Öğrendiğim Şarkılar’dan iki yıl kadar sonra, bu
sefer bir deneme kitabı yayımladı: Zaten Herkes Bir Denizdir Doğuştan. Üzerinde
durulacak yeni konularla, soru sorma isteği yaratan yanıtlarla dolu bir kitap.
Notlarımızı alıp, kendisiyle buluşmaya gidiyoruz. Adeta bir telaşla. Çünkü, “Sanat
uzun hayat kısa.”
“Sanat” derken “hekimlik” kastedilerek Hipokrat tarafından söylenen bu
söz, yüzyıllar boyunca anlamı genişleyerek yaşıyor. En çok da bir insandan daha
uzun yaşayacak yapıtlar üretmekle, kültür sanat çalışmalarıyla ilgili
kullanılıyor.
Belki de şiir böyle bir şey. Farklı katmanlarda ve her biri doğru
anlamlar ortaya çıkarmak gibi, böylesine bir gerçekliğin duygusunu yaratmak
gibi.
İmge, şiir, düşünce-imge ilişkisi, şiirin zihinde ortaya çıkışı, şiire
adanan ömür, anlatımcılık ve başka birçok konu peş peşe açılınca, en iyisi Onur
Behramoğlu’nun bir şiirini nasıl yazdığını anlatması, değil mi? Örneğin, Senden
Öğrendiğim Şarkılar kitabındaki “muhammed bouazizi’nin ruhuna birkaç ateş
çiçeği”.
Bunun sadece bir örnek olduğunu, başka bir şiir için aynen geçerli
olamayacağını vurgulayarak anlatıyor:
BİR ŞİİR DOĞUYOR
Haberlere göz atmak için bilgisayarı açtım. Tunus’ta,
Muhammed Bouazizi adlı birinin, haksızlığa isyan edip kendisini yaktığı
haberini gördüm. Seyyar satıcılık yaparak geçimini sağlayan bir gencin, kamu
görevlilerinin keyfi uygulamalarına karşı haklarını ve onurunu korumaktan
vazgeçmeyişinin, ama elinden de bir şey gelmeyişinin haberiydi bu. Tek başına
kurtuluşa ulaşamamanın, bilinçsizce de olsa bir isyan ateşini harlayarak halkı
çağırmanın, başkaldırmak için gerekirse canını feda etmenin duygusu canlandı
birdenbire.
Hemen internette “Muhammed Bouazizi” ismini arattım. Daha
ne protestolar büyümüştü Tunus’ta ne de dünyada “Arap Baharı” başlamıştı.
Aradığım isimle ilgili internette pek bilgi yoktu. Parmaklarım kendiliğinden,
“Hazreti Muhammed” yazarak tekrar arama yaptırdı. Ve karşıma Hazreti
Muhammed’in bir sözü çıktı: “Kalbi olana zengin denilir”.
İşte böyle birdenbire düştü yüreğime bu şiir. Bu sözü
söyleyen Muhammed, Tunus’taki Muhammed’di artık benim için. Zaten “hazret”
saygınlık belirten bir sözcük değil miydi? Mırıldandım:
“kalbi olana
zengin denilir” dedi
hazreti muhammed
Evet, bu dizeler, şiirin sonunda bulunacaktı. Müzikteki
karar sesi gibi, başlangıçtaki duygular, ona ulaşmak için ilerleyecekti.
Açtım bilgisayarda bir sayfa ve başlangıcı yazdım:
alev doğurur
yangın doğurur bazen
yoksul analar
(hayreti muhammed)
İşçi olan babası ölmüş küçükken. Bu bilgiyi buldum
haberler arasında.
üç yaşındaydı
gecenin koynunda
birden büyüdü
(hasreti muhammed)
Amcası annesiyle evlenmiş. Yengeye sahip çıkmanın bir
gereğiymiş… Yoksulluğa devam, Muhammed küçük yaşta çalışmaya başlamış.
koldu kanattı
gayrı babaydı amca
töre yürüdü
(çalışmalıydı, himmeti muhammed)
Acıların erken büyüttüğü bir çocuktu, kor ateşini kimseye
göstermeden yaşıyordu.
(hürmeti muhammed)
İçinde yaşadığı toplum ve vatandaşı olduğu devlet onun
bağlılığına karşılık vermedi. Seyyar tezgahı tahrip edildi.
(hiddeti muhammed)
Ve sonunda…
kibriti çaktı
kül etti firavunu
işçinin oğlu
(hazreti muhammed)
Muhammed’den binlerce kilometre uzakta, “Arap Baharı”ndan
aylarca önce, böyle doğdu bu dizeler.
DİZELER VE BAŞKALDIRI
Bu şiirin doğuş hikayesini hiç not almadan, tüm benliğimle dinledim.
Unutulacak bir şey değil ki. Onur’un sözleri şiire ulaşınca sordum:
Hep böyle birdenbire mi ortaya
çıkıyor şiir?
Evet, ruhun ürperişidir şiir, o da birdenbire olur. Ne diyordu Orhan
Veli? “Her şey birdenbire oldu / aşk birdenbire / sevinç birdenbire.”
Bir perde açılır, algı genişler, dünya büyür bir anda. Epileptik bir şey,
nöbet hali gibi. Kendime yakın bulduğum hemen tüm şairler, başta Turgut Uyar
için, böyle olduğunu hissediyorum.
Hazırlık aşaması bulunmayışı çok
şaşırtıcı geliyor bana. Belki de yaşadıklarının toplamını şiirin hazırlığı
kabul etmek gerek. Algıladıkların, duyumsadıkların, düşündüklerin sonuçta
ortaya çıkıyor.
Romancıya özgü düşünce tarzı seninkisi. Yazacağım belli bir şiire
hazırlık diye bir şey yok hayatımda. Yirmi dört saat (uykuda, düşte bile) şair
hayatı yaşamak, şiir olmaya çalışmak, insanın tüm hallerini
yaşamaya-deneyimlemeye çalışmak var. Bir de çok okumak, çok ama çok okumak var
benim için: Tarih, felsefe, anı, yaşamöyküsü, roman, öykü, şiir okumak. Fizik
okumak, matematik okumak, müziğe dair okumak, resme dair okumak, hatta bir
resim görmek için dünyanın bir ucuna gitmek var.
Rüzgâr eser, gövde ürperir. Gövdeyi ürperişe hazırlayan, rüzgârdır. Ruhun
da ürperişlere hazırlığı vardır, iç hazırlıktır o, iç savaş da diyebiliriz.
Kişinin kendini şiirli kılması, kalbin şiirini korumadaki ısrarıyla kazanılacak
bir savaş. “İnsan gönlündeki hale hâkimse onun adı sevgidir. Gönlündeki hal
insana hâkimse onun adı aşktır” der Mevlana. Romancı sevgiye yakın, şairse
tepeden tırnağa âşık.
Peki, böyle birdenbire ortaya
çıkardıktan sonra üzerinde çalışmaz, değişiklikler yapmaz mısın?
Çok az değişiklik yaparım. Şiir zuhur eden bir şeydir, o öyle belirdikten
sonra birkaç gün bekler, sonra tekrar bakar, bazı sözcükleri yontar, bazılarını
çıkarır, bazılarını eklerim.
Nelere dikkat edersin bu aşamada?
İnce işçilik sırasında?
Ritme ve müziğe. Doğadaki akışa uygun bir akışı gözetirim; o akışla
buluştuğum anların müziği, ritmi, sesi, çınlayışı mükemmel bir âhengi
duyurmalı, o akışa uyamayıp onunla sürtüştüğüm anların kıvılcımları da şiirde
yangınlar çıkarmalı, o sürçüp aksamaların pütürlü, aksak da bir ritmi olmalı.
Paul Valery, “Şiir, sesle anlam arasında uzayıp giden kararsızlıktır” diyerek
anlatır tüm bunları. Anlatmak demeyelim, anlatmak yazarlara kalsın; yükler,
içimize işler, nakşeder.
Şiir, şairin maruz kaldığı bir şey. Hani Cemal Süreya, imge için “bir
şeyin daha kendisini bulmak” der ya; bir şeyin daha kendisini kalbinde duyar
gibi olduğunda, insan başka bir hale geçer, vecd haline. Evet, şairlik bir
haldir, insanın aynı anda damla ve derya olması hali, med cezir hali, aşk hali.
Ruhun ve gövdenin eşzamanlı kamaşıp varoluşu zerrelerine kadar duyma hali.
Kitabın, Zaten Herkes Bir Denizdir
Doğuştan, ağırlıklı olarak şairler, romancılar, sinemacılar üzerine
düşüncelerini anlattığın yazılardan oluşuyor.
Evet, Varlık’tan Yasakmeyve’ye, Roman Kahramanları’ndan Remzi Kitap Gazetesi’ne,
Fil’den Yeni Film dergisine, farklı mecralarda yayımlamıştım çoğunu. Tek tek
elden geçirip, konularına ve birbirleriyle ilişkilerine göre sıraladım, yeni
bir beste yapar gibi.
Kitapta ele aldığın birçok şairden,
yazardan, sinemacıdan, ressamdan ve çok çeşitli konulardan sadece birine
değinelim. En etkileyici bulduklarımın başında Fazıl Hüsnü Dağlarca ile ilgili
yazıların geliyor.
Dağlarca ile konuşmak ummana dalmaktır; şiirini okuyarak şimdi, şu an da
konuşabiliriz onunla. Sığmazlığın şairidir o. Okurlar, Hâşim’den Oktay Rifat’a,
Nâzım’dan İlhan Berk’e, Edip Cansever’den Sezai Karakoç’a, Ahmet Erhan’a, hatta
en genç şairlerimize kadar; dünya şiirinin doruklarından Neruda’ya, Ritsos’a,
Mayakovski’ye ve elbette Balzac gibi romancılardan Sait Faik gibi
öykücülerimize, sonra elbette sinemaya, resme, müziğe uzanan bir okuma hazzı
yaşasınlar isterim, bu duygularla yazdım yazılarımı ama Dağlarca’da bir iyice
soluklansınlar, derin nefesler alsınlar, sığamaz olsunlar şu koskoca kâinata,
böylece bir an için bile olsa duysunlar onu isterim.
Dağlarca ile konuştuklarınızdan
yola çıkarak, biraz da toplumsal durumumuz üzerinde duralım.
Dağlarca’dan yola çıkmak bizi bataklıklardan, çıkmazlardan,
kördüğümlerden koruyacaktır. “Her millet kurtulamaz” demişti ve “millet”in
kurtuluşa aykırı biçimde yol aldığını, kendini yok etmeye gittiğini görmek ona
acı veriyordu.
Kitapta aktardığından da karamsar
mıydı?
“Bazen umutlanmak da cesaret ister” demişti o gün bana. Duru ve gerçekçi
bakıyordu. Gidişatın olumsuz olduğunun
farkındaydı, bu durum ona acı veriyordu fakat işin içine dileklerini
karıştırmadan düşünüyor, somut verileri değerlendiriyordu. Sonumuz nasıl olacak
konusuna umuttan ve dilekten bağımsız biçimde yaklaştığında, “Bilmiyorum”
diyordu. Bu, biraz da “bizim elimizde” anlamına geliyordu, gidişatın kendi
kendine düzelemeyeceği, bir şeyler yapmak gerektiği yönünde bir uyarı
niteliğindeydi.
Hem neden karamsar olalım, bak o gün Dağlarca’nın bana söylediği sözü
hatırlatayım: “Elimizdeki kalemin kendi ahlakı vardır, avcumuzu dinlemez, söz
kaçırır.” Başka hiçbir yerde söylenmemiş bir sözünü onunla konuştuğum gün kayda
geçirmişim; demek ki birbirimize temas ettiğimizde, omuz omuza olduğumuzda
söylenecek yeni sözlerimiz, umudumuz, heyecanımız daima var.
Sözü kâğıda geçirirken avcumuz yoldan çıkarsa, elimizdeki kalemin ahlakı
bizi korusun!
Sence ne olacak bu memleketin hali?
Yurdumuzu dinciye, faşiste, zalime terk edecek değiliz. Gerek gündelik
hayatın içinde hemen şimdi alacağımız tavırlarla, gerekse uzun zamana yayılacak
kültür sanat çalışmalarıyla değerler üreterek, biriktirerek, paylaşarak
direneceğiz. Üstelik Haziran Ayaklanması gibi bir deneyimimiz de var artık.
Haziran… Gezi… Galiba bütün mesele
bir araya gelmekte. Halkın bir araya gelmesinde.
Bu her şeyden önemli. O nedenle, herhangi bir konuda bir ortak amacı olan
insanlar olarak, hepimiz “farklı görüş”ten insanlarla ortak hareket etmeyi
öğrenmeliyiz. Örneğin, “laik eğitim” konusunda bir girişim mi var? Bunu isteyen herkesle bir araya gelebilmeliyiz.
Bu amaçla bir araya geleceğimiz kişilerden bazıları, örneğin Atatürk konusunda
farklı düşünebilir. Veya dış siyaset, ekonomi politikası, Kürt sorunu gibi
herhangi bir konuda benden farklı düşünse bile, “laik eğitim” konusunda aynı
düşünenle en azından o eylemde buluşabilmeliyim. Farklı düşündüğümüz konuda
farklı hareket ederiz, ama bu neden başka bir konuda ortak hareket etmeye engel
olsun?
Elbette bütün konular birbirine bağlıdır, elbette farklı bir konudaki
farklı görüş, ortak hareket edeceğimiz alana da zarar veriyor diye
düşünebiliriz. Ama bunlara yolda bir çözüm bulunabilir. Şu anda acil durum var.
En azından Kürtlerin öldürülmesine, ülkenin dincileşmesine, hırsızlığa,
zorbalığa, hukukun iktidara bağımlı hale gelmesine karşı olanlar birbirlerini desteklemeli.
Ya bir araya geleceğiz ya da
barbarlık gelecek! Başaracak mıyız peki?
“Ya barbarlık ya komünizm!” diye yazmıştım Birgün’de…
***
Bu metni, daha önce soL Gazetesi’nde, Kitapeki’nde ve İnsanokur’da
yayımladığım yazılardan ve söyleşiden derleyerek hazırladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder