Beşiktaş, Bin Dokuz Yüz Seksen Altı - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Beşiktaş, Bin Dokuz Yüz Seksen Altı - Ender Macun

Beşiktaş, Bin Dokuz Yüz Seksen Altı - Ender Macun

Paylaş

Süleyman Abi’nin anısına

Hepsi şampiyon Beşiktaşlıydı. Birkaç ay önce üç gün üç gece kutlama yapmışlar, alkolün dibine vurmuşlardı. Bir araya geldiklerinde mutlaka oynanan son futbol maçından konuşur, sıklıkla hakemi taraflı bulduklarından dem vurur, bunu hararetli birkaç örnek olayla izah eder, kendi kalelerini koruyan ‘kaleci bozuntusunu’ her daim yerlere vurur, alaşağı ederlerdi. Hiçbir maçı kaçırmazlardı. Kaçıran biri varsa aralarında, ya da böyle bir şey duyduklarında çok bozulur, okulda ödevini yapmayan çocuğa öğretmeni nasıl söverse işte öyle söverlerdi. Futbolla, daha doğrusu, Beşiktaş’la yatıp sabah karga bokunu yemeden Beşiktaş’la kalkarlardı. Maçların olduğu kadar antrenmanların da müdavimiydiler. Poşet poşet biralarla seyretmeye gittikleri çalışmaları kör kütük sarhoş olana kadar sabırla takip ederler, birbirlerinden destek alarak, kalkıp, her biri başka otobüse binip doğruca evlerine giderlerdi. Yaz aylarında Şeref Stadı’nda yapılan antrenmanlardan sonra kendilerini boğazın suyuna bırakırlar, bir mavnanın arkasına takılıp saatlerce yüzerler, içlerinden karşı kıyıya da geçmek isteyenler olur, sonra bitkin düşüp Fahri’nin sahildeki restoranına gidip menemen yer, ağaç altında kurulmuş hamaklara uzanıp sızarlardı.

Hepsi Beşiktaşlıydı. Kimi Üsküplü, kimi Kastamonulu, kimi Lüleburgazlı, kimi Karslıydı ama hepsi Beşiktaşlıydı ayrıca. Takım onların her şeyiydi. Buna rağmen evde karıları pek takmadığı için Beşiktaş mevzusu pek açılmazdı. Beşiktaşlı olmak hanımlarının anlayacağı, anlamayı bırak, düşünebileceği bir mevzu değildi onlar için. Böyle bilirlerdi. Sadece bir takım tutmak da değildi bu. Onun için ‘hasta Beşiktaşlı’ deyimini atmışlardı ortaya. Hasta Beşiktaşlı. Takım tutmaktan daha yüce, daha fedakâr bir anlamı olmalıydı onlar için hasta Beşiktaşlı olmanın. Bir Fenerlinin formasıyla ya da bayrağıyla bırakın köy içinden geçmesini, Taksim’den aşağı inmesine bile müsaade edilmezdi; eğer İnönü’de maç yoksa. Maç olduğu zamanlarda ise Fenerbahçe taraftarı kontrollü bir şekilde alınırdı Dolmabahçe’ye. Kontrolü de bunlar sağlardı işte. Bu neden böyleydi, kimse bilmezdi, ama böyleydi işte.

Özellikle de Fenerbahçe konusunda çok hassastılar. Galatasaray’la komşu mahalle arkadaşlarıydılar. Ama Fenerbahçe, uzaktaydı zaten, taa karşı yakadaydı. Türkiye’de, güzel yurdumuzda kurulmuş ilk ‘fitbol’ takımı olmasıyla öğünürlerdi de Beşiktaş’ın. ‘İlk fitbol takımı ulan, boru mu’, derlerdi. Atatürk’ü bile hoop Beşiktaşlı ilan etmişlerdi bunlar. Bu tayfaya göre Atatürk koyu bir Beşiktaşlıydı ve ölümüne kadar her maçı yakından takip etmişti. Fakat bunu dillendirmesi doğru olmadığı için yakın çevresindekilerden başkalarıyla futbol mevzuna pek girmedi.

Hepsi Beşiktaşlıydı. Simitçisi, taksicisi, çulsuzu, piyangocusu, artisti, hocası, çoluğu, çocuğu, mekteplisi, göbeklisi, hastası, yetimi, bakkalı, otoparkçısı, dolmuş değnekçisi… Hepsi hasta Beşiktaşlıydı. Statta maç günü bir araya geldiklerinde sahadaki on bir kişi için tek tek acayip, ağıza alınmamış dualar ederlerdi. Hem dua eder hem de küfrü basarlardı. Evlerindeki huzursuzluklarını, işlerindeki kesatı ve fesatı, geçim derdini, politikacıların memleketlerine ve memleket çocuklarına bunca yıldır ettiği eziyeti, mahalledeki bir huzursuzluğu, borçlarını, harçlarını, yalanlarını, katakullilerini, insan olmanın ağırlığını, bütün insani sorularının cevaplarını o on bir kişinin çıkaracağı oyun ile hemencecik halleder, ya darmadağın olmuş bir şekilde meyhanenin, ya da başları göğe değercesine gururla, e tabi yine bayraklarla, meyhanenin yolunu tutarlardı.

Hepsi Beşiktaşlıydı. Kara Kartallar gibi yüksekten, taa tepeden uçmayı severlerdi. Korku nedir bilmezlerdi. Korkunun kendisi de bunları bilmezdi. Bir kavga olacaksa o kavga engellenemezdi. Olacağı neyse o olurdu. Her nasılsa yolları köy içine, çarşıya ya da Sinanpaşa’ya düşmüş bir iki paçoz Fenerbahçeli veledi tespit edip hemen, acilen alaşağı ederlerdi.  Bununla da yetinmezlerdi,  paçoz Fenerbahçeli veletleri el âleme rezil de ederlerdi hemen. Fenerbahçeli paçozlar da Beşiktaşlı kartallardan öğrenmişti bunu. Aynısını yolu her nasılsa o taraflara (adını anmıyorum ama) düşen, üzerinden Beşiktaşlılık akan, buram buram Beşiktaş kokan paçozlara, zırtapozlara yaparlardı.

Hepsi Beşiktaşlıydı. Süleyman başkanlarına taparcasına bağlıydılar. Yıllarca siyah beyaz çubuklu formayla top koşturmuş Süleyman Bey de tek tek bilirdi Beşiktaşlıları. Statta şeref locasında gördükleri Süleyman Bey’i ‘Sülüman sen bizim herşeyimizsin’ diye avazları çıktığı kadar bağırarak selamlarlar, bununla yetinmeyip, engelleri aşıp yanına varıp sarılmayı arzularlardı. Toplum polisinden bir ton sopa yiyip küfrede küfrede gerisin geriye tribüne dönen de olurdu, engelleri bir şekilde aşıp kendini şaşkınlıkla Süleyman Bey’in şefkatli kolları arasında bulanlar da. Bu şefkatli kollardan ayrıldıklarında hiç de kibar olmayan bir şekilde itilip kakılarak uzaklaştırılırlardı.

Bu neden böyleydi? Böyleydi işte. Neden çok sevdiğimiz birine yaklaşmak, onu kollarımızın arasına alıp sıkı sıkı kavramak bu kadar güç bir işti? Nedeni biraz alışıldık bir korku, biraz da işte öyle olduğu içindi. Beşiktaşlılar buna hiç alışamamışlardı. Oysa bütün futbolcuları, başkanlarını, hatta bazen az da olsa bazen yani, hakemi bile sıkı sıkı kucaklamak, yanaklarından öpmek geçiyordu hemen hepsinin içinden. Öpmüşlükleri de vardı ha!

Hepsi Beşiktaşlıydı ve hepsi bazı duygularını bastırmanın ağırlığını yaşıyordu. Fenerbahçe’yi ya da Galatasaray’ı, bazen az da olsa, namı olmayan başka bir takımı tutan arkadaşları, dostları, akrabaları, konu komşuları vardı. Bunlarla her zaman belli bir mesafede kalmayı yeğlerlerdi. Bu ahbaplarla her oturuşlarında mevzu dönüp dolaşıp o hafta oynanan bir maça gelip dayanırdı. Mevzusu edilen maç Beşiktaş maçı ise o zaman bir Beşiktaşlı tam da bir kartal kesilirdi. Sınırlarını bilirdi de ama. Mevzuyu tam da can alıcı noktasından yakalar, iki çalım, bir penaltıyla üstünlüğünü sağlar, sahadan gururla çekilirdi. Bir Beşiktaşlı başka takımı tutan herhangi bir ‘taraftar’la futbol konusunda acımasızca mücadele ederdi. Bu mücadelenin sonunda ufak tefek gürültü patırtı çıkması olasıydı. Kendini bilir bir Beşiktaşlı hiçbir patırtıya müsaade etmez, sözcüklerini, cümlelerini tam da karşı kalenin doksanına nişan alıp garanti vuruşlar yapardı. Karşı tarafın ‘ama, fakat… sizin takım da…’ gibisinden ataklarına hiçbir şekilde fırsat vermezdi.

Hepsi Beşiktaşlıydı. Mevta olmuş tüm Beşiktaşlıları saygıyla anar, kahvehanelerde hayat ve spor mecmualarının orta sayfalarında verdikleri takım ve harikulade fitbolcu posterlerini gururla çerçeveleyerek sergilerlerdi. Bu kahvehanelerde futbol takımlarının, fitbolcuların arasında zaman zaman Yaşar Doğu ve Cemal Kamacı gibi güreşçi, boksör posterleri de olurdu. Bunu en az Lefter’in posterinin neden asılmış olduğunu anladıkları kadar anlarlardı da. Kimse Metin Oktay’ın, Lefter’in posterlerine tu kaka demez, onları da saygıyla karşılarlardı.

Kahvehanelerdeki resimler arsında mevta olmuşlar kadar hala hayatta olanların da resimleri vardı. Bu Beşiktaş kahvehaneleri en az meyhaneler kadar Beşiktaş’ın konuşulduğu nadide mekânlardı. Kahvehane ve meyhane arasında mekik dokuyan Beşiktaşlılar akşam olunca, bir vakit evlerine gider, sus pus olur, oturur baba, koca, ağabey, evlat rollerini mükemmele yakın oynamaya, çok geçmeden de koca ağızlarını açıp, ağır ağır esneyip yataklarına gitmeye başlarlardı.

Hepsi Beşiktaşlıydı. Hem de koyu Beşiktaşlı. Gece olup da yataklarına gittiklerinde Beşiktaşlı olmanın gururuyla, omuzlarında iki kartal kanadıyla büzüşüp uykuya dalarlardı. Gerçek hayatlarında kucaklayamadıkları Süleyman Başkan’ı, gelmiş geçmiş bütün Beşiktaşlı futbolcuları, Gordon Milne’yi, Stankoviç’i bile sıkı sıkı kucaklayıp karılarına, çocuklarına, anne, baba, kardeş, abi ve ablalarına göstermedikleri sıcaklıkta bir sevecenlikle, coşkuyla bir de, bağırlarına basarlardı. Sabah olunca işlerine güçlerine giderler, akşam olur dost ahbapla oturulduğunda rüyasında kimin kimi kucakladığını anlatırlar, kahkahalarla gülüp efkârlı bir şekilde bunun sadece bir rüya olduğunu fısıldarlardı birbirlerine.

Hepsi koyu Beşiktaşlıydı. Siyahın ve beyazın ne anlamlara geldiğini iyi bilirlerdi. Mutlulukla mutsuzluğun, olmakla olmamanın, benzerlikle zıtlığın ve dahası uzakla yakının renklerini gündelik yaşamda da kuşanırlar, bundan tuhaf bir gurur duymakla birlikte bu kıyafetleriyle Feneryolu, Kadıköy, Üsküdar, Kartal, Maltepe gibi yerlere gitmemeye, oralarda görülmemeye de azami özen gösterirlerdi. Hepsinin dolabında en az bir siyah bir de beyaz gömlekleri, pantolonları, ayakkabı ve çorapları bulunurdu. Düğün derneklere, nişanlara, sözlere, sünnetlere, açılışlara, davetlere, misafirliklere, dost meclislerine, cenazelere de tuhaf bir gururla, bunlardan oluşturdukları bir düzenle giderlerdi. Siyah gömlek, pantolon, ayakkabı ve çorap, e nerede oğlum senin beyazın, diyenlere ‘donum beyaz abi’ derdi yeni yetme ama doğuştan hasta bir Beşiktaşlı. İşte o zaman da ‘göster ulan donunu’ diyip indiriverirlerdi oracıkta pantolonunu bu yeni yetme, hasta Beşiktaşlının. Birkaç sefer benzer hadise olmuş, ondan sonra da kimse beyaz don esprisini yapmaz olmuştu muhitte.

Hepsi zil zurna Beşiktaşlıydı. İyi içerlerdi. Birayı şişeden, rakıyı çay bardağından, şarabı su bardağından içerlerdi. Leblebiyi ve peyniri severler, içerken yanlarından ayırmazlardı. Üç beş Beşiktaşlı birkaç kilo leblebiyi üç, üç buçuk saatte rakıya meze eder, dudakları beyazlaşmış, evlerinin yolunu tutarlardı. ‘Ulan bu beyaz leblebi bizi şey gibi gösteriyor, sarıya dönelim’ derdi içlerinden biri. ‘Otur oturduğun yerde, sarıya geçelim de adımız kanarya Fenerliye mi çıksın’ derdi bir başkası. ‘Bu beyaz leblebiye ömrümüzün sonuna kadar mecburuz biz. Bizim yazgımız bu, oğlum. Kara bahtım, beyaz leblebim, işte Beşiktaşlı asıl benim.’ Çömez Beşiktaşlı yemiş olduğu naneyi anlar, bir beyaz leblebi daha atar ağzına, dişiyle ezerdi. ‘Sil’ derdi öteki. ‘Sil ağzını, utandıysan dudakların beyazladı diye. Nasıl olsa mevta olunca her bir yerimiz beyazlayacak. Bu ten, bu kara vücut bembeyaz olacak. Sen hiç sarı kefen gördün mü? Yani kara toprak, beyaz kefen işte. Fenerlisi de tadacak bunu, Galatasaraylısı da. Kaçış yok oğlum. Sen iyisi mi, sil ağzını. Sil de karın beyaz dudaklı görmesin seni.’

Sene 1986’ydı. Ben, 20 yaşında, hasta bir Beşiktaşlıydım. Sonbaharda Şeref Stadı yıkılmıştı. Bütün hasta Beşiktaşlılar gibi ben de uzun bir kış uykusuna yattım, uyudum. Sonrası, siyah ve beyaz işte…

Ender Macun, Aralık 2017



1 yorum:

  1. Beşiktaşlı olmak bir ayrıcalıktır. Onlar bir Japon gibi geleneklerine bağlı, saygılıdırlar.Ve yeri gelince kabadayı, adamına göre de efendidirler. 40 yıl içlerinde yaşadım, bilirim.
    Yazdıklarınızın her cümlesine katılıyorum. Kutlarım kaleminizi. Saygıyla

    YanıtlaSil