Süleyman
Abi’nin anısına
Hepsi şampiyon Beşiktaşlıydı. Birkaç ay önce üç gün üç
gece kutlama yapmışlar, alkolün dibine vurmuşlardı. Bir araya geldiklerinde
mutlaka oynanan son futbol maçından konuşur, sıklıkla hakemi taraflı
bulduklarından dem vurur, bunu hararetli birkaç örnek olayla izah eder, kendi kalelerini
koruyan ‘kaleci bozuntusunu’ her daim yerlere vurur, alaşağı ederlerdi. Hiçbir
maçı kaçırmazlardı. Kaçıran biri varsa aralarında, ya da böyle bir şey
duyduklarında çok bozulur, okulda ödevini yapmayan çocuğa öğretmeni nasıl
söverse işte öyle söverlerdi. Futbolla, daha doğrusu, Beşiktaş’la yatıp sabah
karga bokunu yemeden Beşiktaş’la kalkarlardı. Maçların olduğu kadar
antrenmanların da müdavimiydiler. Poşet poşet biralarla seyretmeye gittikleri
çalışmaları kör kütük sarhoş olana kadar sabırla takip ederler, birbirlerinden
destek alarak, kalkıp, her biri başka otobüse binip doğruca evlerine
giderlerdi. Yaz aylarında Şeref Stadı’nda yapılan antrenmanlardan sonra
kendilerini boğazın suyuna bırakırlar, bir mavnanın arkasına takılıp saatlerce
yüzerler, içlerinden karşı kıyıya da geçmek isteyenler olur, sonra bitkin düşüp
Fahri’nin sahildeki restoranına gidip menemen yer, ağaç altında kurulmuş
hamaklara uzanıp sızarlardı.
Hepsi Beşiktaşlıydı. Kimi Üsküplü, kimi Kastamonulu, kimi
Lüleburgazlı, kimi Karslıydı ama hepsi Beşiktaşlıydı ayrıca. Takım onların her
şeyiydi. Buna rağmen evde karıları pek takmadığı için Beşiktaş mevzusu pek
açılmazdı. Beşiktaşlı olmak hanımlarının anlayacağı, anlamayı bırak,
düşünebileceği bir mevzu değildi onlar için. Böyle bilirlerdi. Sadece bir takım
tutmak da değildi bu. Onun için ‘hasta Beşiktaşlı’ deyimini atmışlardı ortaya.
Hasta Beşiktaşlı. Takım tutmaktan daha yüce, daha fedakâr bir anlamı olmalıydı
onlar için hasta Beşiktaşlı olmanın. Bir Fenerlinin formasıyla ya da bayrağıyla
bırakın köy içinden geçmesini, Taksim’den aşağı inmesine bile müsaade edilmezdi;
eğer İnönü’de maç yoksa. Maç olduğu zamanlarda ise Fenerbahçe taraftarı
kontrollü bir şekilde alınırdı Dolmabahçe’ye. Kontrolü de bunlar sağlardı işte.
Bu neden böyleydi, kimse bilmezdi, ama böyleydi işte.
Özellikle de Fenerbahçe konusunda çok hassastılar.
Galatasaray’la komşu mahalle arkadaşlarıydılar. Ama Fenerbahçe, uzaktaydı
zaten, taa karşı yakadaydı. Türkiye’de, güzel yurdumuzda kurulmuş ilk ‘fitbol’
takımı olmasıyla öğünürlerdi de Beşiktaş’ın. ‘İlk fitbol takımı ulan, boru mu’,
derlerdi. Atatürk’ü bile hoop Beşiktaşlı ilan etmişlerdi bunlar. Bu tayfaya
göre Atatürk koyu bir Beşiktaşlıydı ve ölümüne kadar her maçı yakından takip
etmişti. Fakat bunu dillendirmesi doğru olmadığı için yakın çevresindekilerden
başkalarıyla futbol mevzuna pek girmedi.
Hepsi Beşiktaşlıydı. Simitçisi, taksicisi, çulsuzu,
piyangocusu, artisti, hocası, çoluğu, çocuğu, mekteplisi, göbeklisi, hastası,
yetimi, bakkalı, otoparkçısı, dolmuş değnekçisi… Hepsi hasta Beşiktaşlıydı.
Statta maç günü bir araya geldiklerinde sahadaki on bir kişi için tek tek
acayip, ağıza alınmamış dualar ederlerdi. Hem dua eder hem de küfrü basarlardı.
Evlerindeki huzursuzluklarını, işlerindeki kesatı ve fesatı, geçim derdini,
politikacıların memleketlerine ve memleket çocuklarına bunca yıldır ettiği
eziyeti, mahalledeki bir huzursuzluğu, borçlarını, harçlarını, yalanlarını, katakullilerini,
insan olmanın ağırlığını, bütün insani sorularının cevaplarını o on bir kişinin
çıkaracağı oyun ile hemencecik halleder, ya darmadağın olmuş bir şekilde
meyhanenin, ya da başları göğe değercesine gururla, e tabi yine bayraklarla,
meyhanenin yolunu tutarlardı.
Hepsi Beşiktaşlıydı. Kara Kartallar gibi yüksekten, taa
tepeden uçmayı severlerdi. Korku nedir bilmezlerdi. Korkunun kendisi de bunları
bilmezdi. Bir kavga olacaksa o kavga engellenemezdi. Olacağı neyse o olurdu.
Her nasılsa yolları köy içine, çarşıya ya da Sinanpaşa’ya düşmüş bir iki paçoz
Fenerbahçeli veledi tespit edip hemen, acilen alaşağı ederlerdi. Bununla da yetinmezlerdi, paçoz Fenerbahçeli veletleri el âleme rezil
de ederlerdi hemen. Fenerbahçeli paçozlar da Beşiktaşlı kartallardan öğrenmişti
bunu. Aynısını yolu her nasılsa o taraflara (adını anmıyorum ama) düşen, üzerinden
Beşiktaşlılık akan, buram buram Beşiktaş kokan paçozlara, zırtapozlara
yaparlardı.
Hepsi Beşiktaşlıydı. Süleyman başkanlarına taparcasına
bağlıydılar. Yıllarca siyah beyaz çubuklu formayla top koşturmuş Süleyman Bey de
tek tek bilirdi Beşiktaşlıları. Statta şeref locasında gördükleri Süleyman
Bey’i ‘Sülüman sen bizim herşeyimizsin’ diye avazları çıktığı kadar bağırarak
selamlarlar, bununla yetinmeyip, engelleri aşıp yanına varıp sarılmayı
arzularlardı. Toplum polisinden bir ton sopa yiyip küfrede küfrede gerisin
geriye tribüne dönen de olurdu, engelleri bir şekilde aşıp kendini şaşkınlıkla
Süleyman Bey’in şefkatli kolları arasında bulanlar da. Bu şefkatli kollardan
ayrıldıklarında hiç de kibar olmayan bir şekilde itilip kakılarak
uzaklaştırılırlardı.
Bu neden böyleydi? Böyleydi işte. Neden çok sevdiğimiz
birine yaklaşmak, onu kollarımızın arasına alıp sıkı sıkı kavramak bu kadar güç
bir işti? Nedeni biraz alışıldık bir korku, biraz da işte öyle olduğu içindi.
Beşiktaşlılar buna hiç alışamamışlardı. Oysa bütün futbolcuları, başkanlarını,
hatta bazen az da olsa bazen yani, hakemi bile sıkı sıkı kucaklamak,
yanaklarından öpmek geçiyordu hemen hepsinin içinden. Öpmüşlükleri de vardı ha!
Hepsi Beşiktaşlıydı ve hepsi bazı duygularını bastırmanın
ağırlığını yaşıyordu. Fenerbahçe’yi ya da Galatasaray’ı, bazen az da olsa, namı
olmayan başka bir takımı tutan arkadaşları, dostları, akrabaları, konu
komşuları vardı. Bunlarla her zaman belli bir mesafede kalmayı yeğlerlerdi. Bu
ahbaplarla her oturuşlarında mevzu dönüp dolaşıp o hafta oynanan bir maça gelip
dayanırdı. Mevzusu edilen maç Beşiktaş maçı ise o zaman bir Beşiktaşlı tam da
bir kartal kesilirdi. Sınırlarını bilirdi de ama. Mevzuyu tam da can alıcı
noktasından yakalar, iki çalım, bir penaltıyla üstünlüğünü sağlar, sahadan
gururla çekilirdi. Bir Beşiktaşlı başka takımı tutan herhangi bir ‘taraftar’la
futbol konusunda acımasızca mücadele ederdi. Bu mücadelenin sonunda ufak tefek gürültü
patırtı çıkması olasıydı. Kendini bilir bir Beşiktaşlı hiçbir patırtıya müsaade
etmez, sözcüklerini, cümlelerini tam da karşı kalenin doksanına nişan alıp
garanti vuruşlar yapardı. Karşı tarafın ‘ama, fakat… sizin takım da…’
gibisinden ataklarına hiçbir şekilde fırsat vermezdi.
Hepsi Beşiktaşlıydı. Mevta olmuş tüm Beşiktaşlıları saygıyla
anar, kahvehanelerde hayat ve spor mecmualarının orta sayfalarında verdikleri
takım ve harikulade fitbolcu posterlerini gururla çerçeveleyerek sergilerlerdi.
Bu kahvehanelerde futbol takımlarının, fitbolcuların arasında zaman zaman Yaşar
Doğu ve Cemal Kamacı gibi güreşçi, boksör posterleri de olurdu. Bunu en az
Lefter’in posterinin neden asılmış olduğunu anladıkları kadar anlarlardı da.
Kimse Metin Oktay’ın, Lefter’in posterlerine tu kaka demez, onları da saygıyla
karşılarlardı.
Kahvehanelerdeki resimler arsında mevta olmuşlar kadar
hala hayatta olanların da resimleri vardı. Bu Beşiktaş kahvehaneleri en az
meyhaneler kadar Beşiktaş’ın konuşulduğu nadide mekânlardı. Kahvehane ve
meyhane arasında mekik dokuyan Beşiktaşlılar akşam olunca, bir vakit evlerine
gider, sus pus olur, oturur baba, koca, ağabey, evlat rollerini mükemmele yakın
oynamaya, çok geçmeden de koca ağızlarını açıp, ağır ağır esneyip yataklarına
gitmeye başlarlardı.
Hepsi Beşiktaşlıydı. Hem de koyu Beşiktaşlı. Gece olup da
yataklarına gittiklerinde Beşiktaşlı olmanın gururuyla, omuzlarında iki kartal
kanadıyla büzüşüp uykuya dalarlardı. Gerçek hayatlarında kucaklayamadıkları
Süleyman Başkan’ı, gelmiş geçmiş bütün Beşiktaşlı futbolcuları, Gordon
Milne’yi, Stankoviç’i bile sıkı sıkı kucaklayıp karılarına, çocuklarına, anne,
baba, kardeş, abi ve ablalarına göstermedikleri sıcaklıkta bir sevecenlikle,
coşkuyla bir de, bağırlarına basarlardı. Sabah olunca işlerine güçlerine
giderler, akşam olur dost ahbapla oturulduğunda rüyasında kimin kimi
kucakladığını anlatırlar, kahkahalarla gülüp efkârlı bir şekilde bunun sadece
bir rüya olduğunu fısıldarlardı birbirlerine.
Hepsi koyu Beşiktaşlıydı. Siyahın ve beyazın ne anlamlara
geldiğini iyi bilirlerdi. Mutlulukla mutsuzluğun, olmakla olmamanın,
benzerlikle zıtlığın ve dahası uzakla yakının renklerini gündelik yaşamda da
kuşanırlar, bundan tuhaf bir gurur duymakla birlikte bu kıyafetleriyle
Feneryolu, Kadıköy, Üsküdar, Kartal, Maltepe gibi yerlere gitmemeye, oralarda
görülmemeye de azami özen gösterirlerdi. Hepsinin dolabında en az bir siyah bir
de beyaz gömlekleri, pantolonları, ayakkabı ve çorapları bulunurdu. Düğün derneklere,
nişanlara, sözlere, sünnetlere, açılışlara, davetlere, misafirliklere, dost
meclislerine, cenazelere de tuhaf bir gururla, bunlardan oluşturdukları bir
düzenle giderlerdi. Siyah gömlek, pantolon, ayakkabı ve çorap, e nerede oğlum
senin beyazın, diyenlere ‘donum beyaz abi’ derdi yeni yetme ama doğuştan hasta
bir Beşiktaşlı. İşte o zaman da ‘göster ulan donunu’ diyip indiriverirlerdi
oracıkta pantolonunu bu yeni yetme, hasta Beşiktaşlının. Birkaç sefer benzer
hadise olmuş, ondan sonra da kimse beyaz don esprisini yapmaz olmuştu muhitte.
Hepsi zil zurna Beşiktaşlıydı. İyi içerlerdi. Birayı
şişeden, rakıyı çay bardağından, şarabı su bardağından içerlerdi. Leblebiyi ve
peyniri severler, içerken yanlarından ayırmazlardı. Üç beş Beşiktaşlı birkaç
kilo leblebiyi üç, üç buçuk saatte rakıya meze eder, dudakları beyazlaşmış,
evlerinin yolunu tutarlardı. ‘Ulan bu beyaz leblebi bizi şey gibi gösteriyor,
sarıya dönelim’ derdi içlerinden biri. ‘Otur oturduğun yerde, sarıya geçelim de
adımız kanarya Fenerliye mi çıksın’ derdi bir başkası. ‘Bu beyaz leblebiye
ömrümüzün sonuna kadar mecburuz biz. Bizim yazgımız bu, oğlum. Kara bahtım,
beyaz leblebim, işte Beşiktaşlı asıl benim.’ Çömez Beşiktaşlı yemiş olduğu
naneyi anlar, bir beyaz leblebi daha atar ağzına, dişiyle ezerdi. ‘Sil’ derdi
öteki. ‘Sil ağzını, utandıysan dudakların beyazladı diye. Nasıl olsa mevta
olunca her bir yerimiz beyazlayacak. Bu ten, bu kara vücut bembeyaz olacak. Sen
hiç sarı kefen gördün mü? Yani kara toprak, beyaz kefen işte. Fenerlisi de
tadacak bunu, Galatasaraylısı da. Kaçış yok oğlum. Sen iyisi mi, sil ağzını.
Sil de karın beyaz dudaklı görmesin seni.’
Sene 1986’ydı. Ben, 20 yaşında, hasta bir Beşiktaşlıydım.
Sonbaharda Şeref Stadı yıkılmıştı. Bütün hasta Beşiktaşlılar gibi ben de uzun
bir kış uykusuna yattım, uyudum. Sonrası, siyah ve beyaz işte…
Ender Macun, Aralık 2017
Beşiktaşlı olmak bir ayrıcalıktır. Onlar bir Japon gibi geleneklerine bağlı, saygılıdırlar.Ve yeri gelince kabadayı, adamına göre de efendidirler. 40 yıl içlerinde yaşadım, bilirim.
YanıtlaSilYazdıklarınızın her cümlesine katılıyorum. Kutlarım kaleminizi. Saygıyla