Sokakta - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Sokakta - Ender Macun

Sokakta - Ender Macun

Paylaş

Uzun zamandır İstanbul’da sokak sokak dolaşıp, genellikle yalnız başıma, son zamanlarda iyi bir arkadaşımla birlikte, fotoğraf çekiyorum. Yıllardır aynı yerlerde, aynı suretlerin, değişmeyen gölgelerin arasında dönüp dolanıyor, bir köstebek gibi, o han senin bu kahvehane benim, bilindik âlemlere girip çıkıyorum. Sanki o bilindik âlemlerde bilinmedik, görülmedik bir şeyi ilk kez yakalayacakmış da emektar fotoğraf makineme kaydedecekmişim gibi, merakla ve içtenlikle. Vefa Lisesi’nde şaşkın ve sabırlı bir garip öğrenciyken, aynı zamanda çalıştığım yerden kazandığım ilk parayla hayatımdaki ikinci fotoğraf makinemi aldığımda başladı bu tuhaf durum. Tuhaf olması buna vakit bulabilmemdeydi. Okuldan çıkıp, sihirli makinamı boynuma takıp, ara sokaklardan yaldır yaldır Beyazıt’a doğru yürürdüm. Sonra durup Zenith’imin objektif kapağını itinayla açardım. Küçücük vizörden bakıp, ayarımı çabucak yapıp, ikindi vakti, günün ilk karesini büyük bir iştahla çekerdim. İşte o an otuz altı eksi bir olurdu makinadaki poz sayısı. Sonra da şakır şukur arkası gelirdi zaten. Her defasında, nasıl çıkacağını da merak ederek, simitçilerin, kestane ve mısırcıların, çocukların, yaşlı ve genç insanların, kahvede uyuklayanların, boş boş dolaşanların, dilenenlerin, el ele dolaşanların, meczupların, kitapçıların, işportacı tezgâhlarının, sahipsiz hayvanların, zabıtaların, yıkık dökük tarihin fotoğraflarını tek tek üşenmeden çekerdim.  Akşama doğru, iki, bilemedin üç makara filmi, bonkör ama aheste, bitirir, aşağıda, Sirkeci’de küçük bir fotoğrafçı dükkânına götürür teslim eder, birkaç gün önce verdiğim filmlerin kart baskılarını zarf içinde alır, otobüse atlar eve giderdim. Çektiğim ilk kareleri, nedense, o günün film şeridinden ve baskılarından ayırıp başka, özel bir klasörde saklardım.

Kadim Vefa ile Sirkeci semtleri arası eğlenceli, kalabalık, cıvıl cıvıl, çok renkli ama gösterişsiz, az çok masalsı,  yer yer iyi düzenlenmiş bir parkur, bir platoydu benim için. Gel zaman, git zaman kimileri için harcıâlem, bu beylik parkur, sıkıntıdan olsa gerek biraz daha uzadı, fırından yeni çıkmış pandispanya gibi yanlara doğru taştı. Elimdeki fotoğraflar da o ölçüde çoğaldı. Küçükpazar, Unkapanı, Karaköy, Tophane, Perşembe pazarı, Saraçhane, Vefa, Tahtakale, Mercan, Sirkeci yapısal olarak yıllar içinde çok değişti.  Yıllarca bilinmedik, görülmedik bir şeyi ilk defa film eczası üzerine ya da hafıza kartıma kaydetmek için çabaladım durdum da, aslında çekip kaydettiklerimin, silip, kesip attıklarımın da tabi, kendi geçmişimle bağlantılı görme biçimim olduğunu yeni yeni, bu yaşımda keşfettim.   Şimdilerde sık sık değil de, arada uğradığım ve yine makinemle gezindiğim bu dallanıp budaklanan plato-parkurun harikulade kapıları ‘kendinden’ değil ama ‘kendimden’ pasajları dikkatlice okuyabilmem için önümde açılıyor. Demek ki fotoğrafa çıktığım günlerin ilk karelerini başka bir klasörde boşuna toplamamışım. O zamanlar bunun ayırdına varacak kadar bilinçli değildim ama bir şey olmuş olmalı, bilemiyorum.

Evet, bazen bir sokak fotoğrafçısıyım ben. Tam da öyleyim. Kılık değiştirip çıkıyorum her seferinde. Yorgun ve argın kadınları, evsiz barksız adamları, umutsuzları, nedensizleri, sureti solmuşları, bu memleketin insanını, gelmişleri, gidenleri, ayrılmışları, ötekileri, berikileri, yıkılmışları, sıradanlığı ve hayatın bal gibi, kıvamlı akışını çekiyorum. Sokakta…  Bunca yıldır benimle sokakları kat eden makinelerim, hepsi yani, buna ayarladılar kendilerini. Beni tanıdılar. İstemeden bozduklarım, yolda kaybettiklerim, düşürüp kırdıklarım, çarpıp bir yerlerinden yaraladıklarım da dahil hani. Bana hiç kırılmadılar. Bu yolda çok yara bere aldı hepsi. Kendi görme biçimimi oluşturabileyim, bu biçimin bir koleksiyonunu düzenleyebileyim diye. Ölenler de oldu, yoğun bakımlık olanlar da… Hepsini çok sevdim, en çok da parmağımdan ve gözümden tutup, bana bu işin kabasını öğreten Zenith’imi… En çok da onun birdenbire şlaak diye inen aynasının, pııır diye sarılan perdesinin  sesini sevdim.

Oysa, ilk makinem Diana marka basit, plastik bir makinaydı ve yedinci doğum günümde Fatih’te Mücahit Kırtasiye’den alınmıştı. Sevgili Diana’cığım çocuk ben’in ‘bir fotoğraf makinesinin içi nasıl olur acaba’ sorusuna çok iyi, açıklayıcı bir cevap vermiş olmalı ki, bir iki hafta içinde harap olmuş biçimde çöpü boyladı. Henüz evde ya da sokağa çıkıp da bir tek fotoğraf bile çekememiştim kendisiyle. Ondan sonra da taa Zenith’e kadar, elimi fotoğraf makinelerine sürmeyeceğime yemin etmiştim. Daha doğrusu zorla yemin ettirilmiştim. Hastalık işte, nüksetti. Yıllar sonra, lisede geri döndü. İyi de yaptı. Çok iyi yaptı. Fotoğrafa tam gaz devam.

Ve sözün özü… Bir süredir, yukarıda okuduğunuzdan daha değerli fotoğraf geçmişi olan ya da bu geçmişi henüz oluşturma çabasında, bir grup değerli insanla beraber fotoğraf sergileri düzenliyoruz. ‘Çerçevesiz’ adını verdiğimiz grubumuz üçüncü sergisini ‘Sokakta’ temasıyla açıyor Cumartesi günü. Bekleriz. Belki tanışırız da… Yok yok, mutlaka tanışırız. Üç beş lafın belini kırarız, belli mi olur.


Ender Macun



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder