Sevdalım Hayat Okuma Atölyesine Açık Mektup - Sevdalım Hayat
Sevdalım Hayat Okuma Atölyesine Açık Mektup

Sevdalım Hayat Okuma Atölyesine Açık Mektup

Paylaş
İllüstrasyon: Aylin Çiftçi

Evrensel Gerçeklik ve Derinlik

Sevgili Arkadaşlar,

Listemizdeki üçüncü kitap için belirlediğimiz sürenin sonuna yaklaşıyoruz. İlk iki kitabın yazarları Livaneli ve Yaşar Kemal kadar bir yakınlık duygusu beklenemez elbette, ama yazdığınız onlarca yorumdan anlaşılıyor ki, Marquez’i de “bizim yazarımız” gibi görüyoruz.

Futbol maçlarındaki milli takımlardan okullardaki coğrafya derslerine, tarih yorumlarından köşe yazarlarının bakış açılarına kadar onca güçlü etki, insanların hayatı parça parça algılamasına neden oluyor. Küçük yaştan itibaren hiç sorgulamadan, dünyayı uluslara bölünmüş olarak düşünüyoruz. Haberlerde falanca ülkenin filanca ülkeye ambargo kararı aldığı söyleniyor. “Falanca ülkenin yöneticileri” veya “hükümeti” denmiyor, o toplum tek bir özne kabul ediliyor.

Bir toplumu tek parça kabul etmek, elbette en çok yöneticilerin işine yarıyor. Sosyal güvenceler, eğitim, sağlık, güvenlik gibi alanlarda ortak hareket etmek, hayatın en azından bir kısmını ortaklaşa yaşamak için değil; tam tersine bunlar sağlanmadan da insanların devletlerine bağlı kalması için gereklidir, toplumun tek parça ve dünyanın da uluslar biçiminde algılanması.

Bizim atölye katılımcılarına öyle görünmediği için inanması zor gelebilir ama bazılarının baktığı pencereden ise dünya dinlere göre bölünmüş biçimde görülüyor. Bunun da kendi içinde ikna edici açıklamasını üreten dinamikler var elbette.

Dünyayı milliyetlerle bölünmüş kabul etmek (milliyetçilik) ile dinlerle bölünmüş kabul etmek (dincilik) zaman zaman birbirine karşıt durumlarmış gibi karşımıza çıkabiliyor. Oysa ikisi de insan gerçekliğini çarpık algılamaya neden oluyor. Veya çarpık algılama sonucu ortaya çıkıyor.

Bu dünya görüşleri, çoğu zaman sevgi içerecek biçimde, “milletini sevmek” veya “din kardeşlerini sevmek” gibi yorumlansa da, özünde yabancı düşmanlığına dayanıyor. Ve en büyük meşruluğunu, karşıt milliyetçiliklerden (veya dinciliklerden) alıyor. E, sonuçta düşmanın varlığıyla büyüyen anlayışlar.

Üstlerini örttükleri en temel gerçek ise, dünyanın her yerinde maddi ve manevi değerleri üreten insanlarla bu değerlerin üzerine çöreklenen bezirganların varlığı.

Çarpık algıya neden olan bu dünya görüşleri, tüm zamanlarda ve her bölgede geçerli olan insan özelliklerini, hayatın derin gerçekliklerini fark edilemez hale getiriyor. Yani ne yaşadığını anlamadan yaşayıp gitmeye neden oluyor.

Kitapların ve yazarların çoğu da aslında gerçekliğin anlatısını kurmaktan çok, mevcut algılardan ve hazır duygulardan faydalanmak derdindedir. Bunu ille de kaba bir çıkarcılıkla yapmazlar, ama çoğu, kapsamlı düşünmeden önlerindeki bu açık yoldan ilerler.

Bir de elbette edebiyatçılar var. Gerçek edebiyat yapıtları. Gerçekliğin büyük ustaları… Onlar, örneğin Aytmatov gibi kendine “kültürel milliyetçi” diyebilir. Dostoyevski, Balzac ve başka onlarca örnek gibi yanlış siyasal tavırlar alabilirler.

Ama bir edebiyatçının temel çalışma konusu “insan gerçekliği” olduğuna göre, ürettikleri yapıtlarla bazen farkında bile olmadan, yayılan nefretlerin ve çarpık algılamaların karşında dikilirler. Belki de hayatın en güçlü barikatıdır onların yapıtları. En güzel barikatı.

İşte Marquez’i “bizim yazarımız” hissetmemizin nedeni de, onun siyasal olarak “bizim tarafta” yer almasından çok, insan derinliğine ulaşması olsa gerek. Marquez işlediği konuları dinlerden, kültürlerden, coğrafyadan, hatta iklimden bağımsız biçimde ele almıyor elbette. Hatta somut bir dönemde, somut bir bölgede yapıyor kazı çalışmalarını. Derinliklere iniyor. O sayede ulaştığı malzemelerle, yüzyıllar ve coğrafyalar boyunca süren gerçeklikler üretiyor.

Örneğin, Kırmızı Pazartesi romanında, “herkes”in işlediği bir cinayeti anlatıyor. O “herkes”, hikayenin geçtiği zamandan 70-80 yıl sonra, dünyanın Türkiye’sinde de var. Üç yüzyıl önceki Çin’de, iki yüzyıl sonraki Fransa’da… Toplumdaki bireylerin içinde yaşayan; koşulların, kültürün, çeşitli etkilerin kişinin iç dünyasına yerleşmiş hali. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir suç bireysel olamaz ki.

Ancak böyle bir bakışla, hem idam cezasının anlamsızlığını hem de “namus cinayetine” hafifletici sebep geliştirmenin yanlışlığını kavrayabiliyoruz.

Elbette bir kültür içine doğuyoruz. Bize önceki kuşakların değerlerini aktaran bir ailenin üyesi olarak var oluyoruz. Doğar doğmaz bir milliyet, bir cinsel kimlik, bir din ile tanımlanıyoruz. Düşündükçe ve geliştikçe bunların birini veya hepsini reddedebiliriz. Ama ille de reddetmek gerekmiyor. Belirleyici olan bunları benimsemek veya atmak değil, aşmak. İçinde kalarak da aşmak mümkün olabilir. Hatta bunların birine veya hepsine bağlı kalıp derinliklerine inmek fayda bile sağlayabilir.

Birçok yolu vardır, bu “aşmak” olgusunun. En güzel yolu edebiyat olsa gerek. Her türlü roman, her türlü yazar değil elbette; Marquez gibi, Kırmızı Pazartesi gibi yollar.

*
Sevdalım Hayat Okuma Atölyesi katılımcısı dostlar, doğrusu, bu satırları size bir tür “meram” iletişimi olarak, toplu e-posta ile göndermek üzere yazmaya başlamıştım. Diğer atölye yöneticisi arkadaşlarla son halini verip, bazı düşüncelerimizi iletecektik.

Ama daha planladığımız konuya giremeden, Kırmızı Pazartesi’nin etkisiyle sözler kendi başına ilerledi, buraya kadar geldi. Acaba bunu bir e-postayla göndermek yerine herkese açık biçimde mi yayımlasam? İzninizle.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder