Akşam yedide görüşebiliriz
demişti, Hasan Kıyafet. Yola çıktıktan sonra telefon ettim. Yalova’nın merkezine
biraz uzak, sakin, dere kenarındaki bir restorana gitmeyi önerdim. Bir şeyler yemek
ve ikişer duble rakı? Kabul etti. Kendisini alacağım yeri kararlaştırdık.
Telefon görüşmesi dolayısıyla
kıstığım müziği tekrar açtım. Ruhi Su’nun sesi doldurdu arabanın içini. “Diken içindeler
ama gül gibiler. Gece içindeler ama sabah gibiler.”
Kıyafet, arabaya binince
Ruhi Su ile ilgili bir anısını kısaca anlattı. Ve daha restorana varmadan başladı
sohbetimiz.
Şeffaf bir sıvı üzerine,
başka bir şeffaf sıvı dökerek bulutlandırdığım kadehim, bu defa elli yıllık bir
yazarın elindeki kadehle çın çınlandı. Sohbetimiz koşturmacalı ilerledi. Benim telaşımdı
bunun nedeni. Konuşmak istediğim onca konu, birkaç saate nasıl sığacaktı?
Kıyafet’in ilk kitabı, 1969
yılında yayımlanan, Komünist İmam romanı. Yayıma hazırlanmakta olan öykü kitabı
ise 2017 sonbaharında çıkacak. Ve bu ikisi arasında, kırk beş kitap... Köşe yazıları,
öyküler, romanlar, çeviriler, anılar... Sayfalar sayfalar, binlerce sayfa yazı.
Sokaktan rastgele bir insanı çevirip sorarsanız, büyük olasılıkla toplam okuduğu,
ömrü boyunca okuyacağı kitap, Hasan Kıyafet’in yazdıklarından azdır.
İlk soru bu konuda:
- Bu ülkede yazar olmak
konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Onur duyuyorum. Yazar
olmanın, şimdiye kadar yazdıklarımın çok zararını gördüm ama hiç pişman
olmadım. Bu konuda halkı suçlamaya hakkımız yok. Az okumak, okuma alışkanlığı edinmemek,
kendini geliştirememek... hiçbiri bireysel kusurlar değil. Halkı, ancak kendimizi
de o kapsam içinde tutarak eleştirebiliriz.
Aklımdan geçenlerin hepsini
söylemedim, sohbetimiz boyunca. Fazla yorum yapmamaya çalıştım. Örneğin, bu toplumda
bazı insanların yazmaya mahkûm olduğunu düşündüğümü...
- Peki, edebiyat deyince, sanat deyince akılınıza ilk
gelen nedir?
- Aklıma ilk, güzellik
ve değiştirmek sözcükleri gelir.
- Aynı soru gibi alabilirsiniz;
neden yazıyorsunuz?
- İşte, dediğim gibi,
daha güzele doğru değiştirmek için. Zaten her şey değişecek. Değişimin benim istediğim,
bizim istediğimiz yönde olmasına minicik bir katkıda bulunabilmek için. Güzelliklere
ulaşmak gibi bir amacımız varsa, ürettiklerimizin, sözlerimizin de güzelliği
hedeflemesi gerekiyor. İnsanların barış içinde, özgür, eşit bir dünyada
yaşaması uğruna mücadele edenlere destek olmayı öncelikli görevim gördüm hep.
- Zaten edebiyat çalışmalarınız dışında da doğrudan
demokrasi ve özgürlük savaşımlarının hep içinde yer aldınız.
Hafifçe başıyla
onaylıyor, övgü kısmını çabuk geçelim dercesine kısaca yanıtlıyor:
- Biliyorsun, öğretmendim. Öğretmenlik ve yazarlıkla
ilgili meslek örgütlerinde, sendikalarda, çeşitli derneklerde, siyasi
partilerde kurucu ve üye olarak bulundum.
Buluşmaya gelmeden
önce, soracaklarımla ilgili notlar almıştım. Nasıl yazıyordu? Kurguyu nasıl yapıyor;
ne kadar not alıyor; evdeki ilişkilerini, sosyal hayatını nasıl etkiliyor yazmak
için ayrılan zamanlar; romanları bir bütün olarak mı kurguluyor, yoksa bizim okuduğumuz
sırayla değil de bölümleri karışık sırayla mı yazıyor; çocukları küçükken, kendisi
öğretmenlik yaparken, nasıl zaman bulabiliyordu… Elbette özel sorular değildi bunlar.
Ama öncelikli konular da değildi. Önce, Kıyafet’in edebiyat anlayışı, yazar
tavrı üzerinde durmak gerekiyordu.
- Beni bu halk yaşattı.
Pek iyi yaşatmadı belki ama açlıktan da ölmedim. Oysa sahipsiz, kimsesiz kalsaydım,
karnımı doyurmanın bir yolunu bulamayabilirdim. 1980’de öğretmenlikten atıldık.
Eşimle birlikte işsiz kaldık. Hiçbir iş bulma olanağım yoktu. Özel bir dershanede
çalışmaya başladıktan bir hafta sonra, oraya da müdahale ettiler. Görevden uzaklaştırıldığımda,
emekli olmama çok az kalmıştı. Fakat bir türlü sigortalı olarak çalışacak bir iş
bulamadım. Oysa çok kısa bir süre daha sigortalı çalışmam gerekiyordu emekli
olabilmem için. Yıllarca işsiz yaşadım. O en zor günlerdeki tek gelirim, satılan
kitaplarımdan geldi… Bu, nedenlerden sadece biri; ben kendimi bu insanlara borçlu
hissediyorum.
Bir açıdan bakınca, bu
devletin yazarına sanatçısına, çağdaş yurttaşlarına uyguladığı zulmün hiç
değişmediğine tanıklık etmiş bir ömür, Hasan Kıyafet! 2016 Temmuz’undaki FETÖ
darbe girişimi, ona karşı önlem diye ilan edilen OHAL, bu sayede valiliklerin
ve hükümetin elde ettiği yetkiler, bu yetkilerin darbeyle ve FETÖ’yle ilgisi
olmayan birçok kamu çalışanına karşı kullanılması, haklarında darbeyi
desteklemekle ilgili bir iddia bile olmadan görevden atılanlar, meslekten men
edilenler, başka bir iş bulmamaları için hukuka, vicdana, ahlaka aykırı
baskılar… Bu düşüncelerime katılıyor ve ekliyor:
- Demek ki bizleri bitiremediler. Onurlu, namusuyla
çalışıp ekmeğini kazanmak isteyen insanları, halkın sanatçılarını, devrimcileri,
boyun eğmeyenleri yok edemediler. Bu gerici iktidar da başarılı olamayacak.
Bunların öncekilere göre en başarılı oldukları yan, halk desteği alıyormuş gibi
görünmeleri. Oysa bu yalan. Halk desteği asıl bizim için geçerli. Çünkü biz
‘gerçek’ten yanayız. Sadelikten, ifade özgürlüğünden, halkın her şeyi
bilmesinden yanayız. Bunca medya gücüyle yalan üretmeye gereksinim duyduklarına
göre, yani halkın gerçekleri net biçimde görmelerini engellediklerine göre,
kendilerinin en azından gerçek nitelikleriyle onaylanmadıklarının farkındalar.
Zorbalık hep vardı bu devletin yönetim sisteminde ama bu düzeyde yalan yoktu.
Çünkü medya ve yayın dünyası böylesine kontrol altına alınamamıştı. Bu durumun
sorumlusu, elbette, en az AKP kadar, 12 Eylül darbecileridir. 37 yıldır
memlekette tek taraflı propaganda, tek taraflı söz hakkıyla tartışmalar
yapılıyor.
Buluşmamız boyunca en
hızlı konuştuğu kısımlar bunlardı. Belli ki konuyla ilgili çok söyleyeceği
vardı ama o anda üzerinde fazla durmak istemiyordu. Sonuçta bir edebiyat
dergisi adına söyleşmek için buluşmuştuk. Sonraki sorularıma verdiği cevaplardan
bazıları şöyle:
- Mahallede “yazar amca”
olarak tanınmak hoşuma gidiyor. Kalem, silgi, defter isteyen çocuklar… Çok normal
bir şey gibi bana geliyorlar. Özellikle gelip kitap almak konusunda, doğal hakları
gibi davranıyorlar. Gerçi son yıllarda biraz azaldı bu. Çünkü evde, Yalova’da
sürekli kalmıyorum. Yılın bazı kısımlarında Antalya’da yaşıyoruz.
...
- 70’li, 80’li yıllarda çalışan kadın oranı (kırsal kesim
hariç) çok düşüktü. İki kişinin çalışıp bir aile geçindirmesi, şimdiki gibi
normal bir durum değil, önemli bir avantaj sağlıyordu. İtiraf etmeliyim ki,
Leyla Ablan çalışmıyor olsaydı, doğru bildiklerimi yapmak uğruna bunca
tehlikeyi göze alırken, belki biraz tereddütlerim olabilirdi. Eşi çalışan
öğretmen arkadaşlarımız, diğer arkadaşlarımız, bizler biraz daha rahat
davranabiliyorduk. İşsizlik, açlık, toplumdan dışlanmak, evet hepsini göze
alırız, ama bunlar sözle söylemek kadar basit şeyler değil. Bu konuda eşime
güvenmem, onun da benimle aynı yolda yürümesi ve yaşayacağımız belalar
karşısında sitem etmeyeceğini bilmem benim hayattaki en büyük desteğim oldu.
…
- Evet, okur tepkileri
alıyorum. Uzun yıllardır arayanlar, yazanlar oluyor. İlginç olaylar var aklımda
kalan. Örneğin, Üsküdar’da cüzdanını çaldıran biri aramıştı. Telefonumu
yayınevinden bulmuş. Sen sessiz kalmazsın diyordu adam.
Okuduğu olayın benzerinin yaşandığına tanık olan, sen de o
olayı mı yazdın, diye soranlar oluyor.
İmzasız, küfürlü mektuplar geliyor. Adını açıklamayan kişilerden
telefonlar, tehditler... Artık pek olmuyor ama.
…
- Doğrusu, şu yeni iletişim teknolojilerine pek
alışamadım. E-postam, Facebook sayfam falan var elbette. İşin teknik yönü çok
dert değil de, ne bileyim, söz söylemekte bir acelecilik, konulara değinip
geçmek, duygulardan yüzeysel biçimde söz edilmesi… Böyle tarzlar hoşuma
gitmiyor. Mektuplaşmayı çok önemsiyorum ben. İlle de kağıda yazıp, zarfın içine
koyup posta kutusuna atmak gerekmiyor. Ekrandan, internet yoluyla, telefon
mesajıyla da olur elbette. Ama özenle, hitap ifadesiyle başlayıp selamlamayla
bitirerek. Mektuplaşmalarımızı kolaylaştırsın teknoloji, ama mektuplarımızı
bozmasın. İzin vermeyelim.
…
- Bir yazar için, yazmaya
zaman bulamamak diye bir sorun olamaz. Hatta zamanının çok rahat olması, boş olması
faydalı bir durum değildir. En çok yazdığım dönemler, hayatımın en yoğun geçtiği
günlerdi. İnsanın işleri çok olunca, mecburen günlerini, zamanını planlı
biçimde yaşar. İşte bu zamanı planlama sayesinde, yazmaya ayrılacak zamanlar da
ortaya çıkar. Yoksa boş zamanlarında boş boş oturursun.
…
- İnsan günde yirmi
dört saat yazar olamaz. Ama kafasının bir tarafı aralıksız, yazar olarak çalışır.
Yazar olmanın koşullarından
biri, her zaman not almaya hazır olmaktır. Kâğıt kalem sürekli hazır olmalı. Hikayeyi
ne kadar uzun süre kafanda taşırsan o kadar iyi olur. Yani not alarak ve kafanda
hikayeler taşıyarak yaşamak…
Bir de ciddi araştırmalar
yaparım. Konunun tasarlanması bitince, yazmaya başlamadan önce, uzun uzun araştırma,
inceleme yapmak gerekir. Sadece ansiklopedik bilgi değil, anlatacağın
coğrafyayı, oradaki insanları, sokakları tanımak gerek. Dolaşmak, sohbet etmek
gerek.
Hasan Kıyafet’in çeşitli anılarında, birçok isim geçti. Örneğin,
sigara konusu açılınca, nasıl bıraktığını anlattı:
- Tutukluyken, Yılmaz Güney’le birlikte…
Başka bir soruya karşılık olarak,
- İstanbul’da Azaiz Nesin’le bir imza günündeyken...
Onların kuşağında, Türkiye’de aydın kesimin ne kadar
etkili ama ne kadar küçük bir grup olduğunu bir kez daha fark ettim. Herkesin
birbirini tanıdığı, büyük bir aile gibi.
Saatler aktı gitti. Sözlerimiz konular arasında koşuşturup
durdu. Bazen konular dağıldı, sözler yarım kaldı. Bitmeseydi…
- Teşekkür
ederim Hasan Abi.
- Ben teşekkür
ederim Zaferciğim. Bak sana ne getirdim.
Yakında çıkacak öykü kitabının adı oldukça ilginç: “Anlat
Lan Nasıl Komünist Oldun!” Kitapta yer alacak öykülerin yazılı çıktılarını
verdi bana. Diğer öykülerin isimleri de ne güzel! Yasak Bakmalar, İşçinin Aşkı, Taşeron, Seni Yaşamaya Mahkûm Ediyorum,
Yıkım Ekibi… Okumak için birkaç ay daha beklemem gerekmeyecek.
Geldiğimiz yoldan geriye, geldiğimizden de yavaş döndük. Konuşmadan,
dinleyerek: “Diken içindeler ama gül gibiler. Gece içindeler ama sabah gibiler.”
(Edebiyat Nöbeti Dergisi’nin 2017 Eylül sayısında yayınlandı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder