40
kırk,
ardıymış dağın, henüz eteğine varmadım
kırk
diye mesela, karanlık bir çatı merdiveni
en
azından masaldı kırk, çok geç anladım
aşk neredeydi,
oteller nerede; kırktım
artık,
İsmet
Özel bu yaştayken oldu her şey
bense
en azından, hâlâ buradaydım
bir
sürü çocuk öldü, ölmedim... kırk
ne
çok balerin var aklımda, atlıkarınca ve samanyolu
bir
sürü şehrayin kalmış, bir de akşamsefaları
kırk,
farkına vardım rüzgâr, çiçek adlarının
günlerin
de adları vardı, geceler adsız...
geçtim
nice yağmurlu, lekeli yollardan
ışıltılı
adımlarla denize, büyük gözlerimle
zaten
gözdüm çoğu zaman, romanını yazdım
anladım
kırk; ne çok şey var anlamadığım.
birkaç
küçük kaza, bir ameliyat ki basit
adliyede
sıra bekledim birkaç kez, davasız
kolum
bacağım kırılmadı hiç, temkinler sultanı
hastane,
otel, müze, banka defterleri beni tanıdı
adıma
rastlanmıyor hiç polis kayıtlarında
gelgelelim
karnemde sürüyle kırık
kırk
tabii, yetersiz ve ürkek kanatlarıyla coşku
yüzüm,
kirli yüzüm, hemencecik unutulan biri...
çok
içmeyen bir adam, fakat çok konuştu
ararken
arkadaş evlerinde hırkasını, kayboldu
roman
iki, öykü beş, şiir dört, onca deneme
en
çok çarşı pazar sever rengârenk, bir o kaldı
beyaz
karanfilin sapıymış, Büyükada’da öğlen
kırk
da olunuyormuş demek, çemberin orta yeri
bir
dikiş iğnesi, gezinip duruyor kalbimin içinde
yersiz
yurtsuzum, tam yirmimden beri...
kırk
lacivertmiş bana, kandım, bir pardösü...
duydum,
duyulur bu yaşta suyun tuzda yanması.
defter
tutmuyorum nicedir, fakat ne çok kitap
sol
omzumdaki melekle söyleştik geçen gün
içimdeki
sevinci üç beş sözle anlatmaya çalıştım.
bir
sürü otelde kaldım, korkuyla, kırk
bir
sürü uçak, kuş sesleri arasında, tedirgin
vagonum
yataklı, sendikam sarı değil ama yanıyor
vazomsa
kırık, ayakkabım ucuz, saat takmam
kırk,
bir şey yok nicedir zamanla ölçeceğim
bir
dağın ardısın anladım, eteğindeyim
okullarda
arka sıralardan, başkalarının omzundan
törenlerdeki
kara leke, ağzını oynatan...
pek
bir şey anlamadım, kendimden de
kırk
mı, bir şey değişmemiş, sanki dün, çocuktum
her
pazartesi, arka bahçede toplandı arkadaşlarım
Ziya
Osman Kadıköy’den, Turgut Beyoğlu’na...
bir
bahçe sulamadım, taşı oymadım, budamadım gülü
odam
kireç tutmadı, ben de ne yapayım, boyamadım
bir
kedim bile yok, beceremem çakmasını çiviyi duvara,
marangozluk
etmedim henüz, masa yapmadım
kuş
vurmadım, kuyudan avuçla içmedim suyu
balkondan
düşmedim daha fakat birini sevdim
uzun
gecelerce sonsuz arabalar kullanmadım
ödendi
telifim günün birinde dolunayla
utanmıyorum,
sahiciydi hep elimdeki kuş kanadı
kırk,
çok kişiye âşık olmadım, birkaç cam kırığı,
iki
kere evlendim, değişmedi yüzümün çizgileri
ilk
aşkı buldum, eteğinde
bir
kız çocuğu ki dünyaya bedeldi sonra,
Meclis-i
Mebusan’dan Atatürk’e çıkan yolda
bir
kavak vardı geçen yıl, orada mıdır hâlâ...
kimi
arkadaşlarım öldü, ölmedim... kırk
daha
yaşamak istiyorum, ne yapabilirim
beni
kandırıyor çünkü yaşamak, diken gibi
şarkılar
mor, sevdiğim gülerse, kandırıyor beni
bir
yaz günü denize doğru akan gülüşler
pencerelerden
tüller uçuyor salıncak gıcırdarken
orada
yokum, bir rüyadan içime doluyor hayat
karpuz
var yanında, domatesli pilav yapmış anneannem
kırk,
dağın ardıymış, henüz eteğine varmadım
kırk
diye bir merdiven verdiler bana
kırk...
Hulki baba gitti, Ahmet Erhan da
Attilâ
İlhan’ın cenazesine gitmedim fakat
numarası
duruyor halen telefonumda...
18
Ekim 2017, kırk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder