Saatlerdir göğe bakıyordu, gözleriyle her bir noktayı tarıyordu. Uçsuz
bucaksız bir mavilikte bulutlar… Birleşmeyi becerebilenler her an yeryüzüne
inebilecekmiş gibi güçlü. Yalnızlar, en ufak esintiyle paramparça. Kendi kendine mırıldadı Barış:
“Paramparçayım! Yaşanmışlıklar nerede? Onca yıl edinilenler? Kimdim ben?
Bu taş duvarlar arasındaki kim? Sevdiklerim nerede? Sevenlerim? Değer verenler,
verdiklerim? Kimlerdi onlar? Buraya geldikten sonra bir süre yeniden yaşandı
her şey. Hani film şeridi gibi derler ya. Sonra git gide silikleşti görüntüler.
Yaşanmışlıklar silindi. Herkes yok oldu… Ağaçlar vardır mutlaka bu duvarların
ardında. Ölüp de dirilen ağaçlar. Dallarında kuşların ötüştüğü, böceklerin
gezindiği. Baharda yaprak, çiçek; kışın
kar yüklenen. Yüküyle dalları yere eğilse de dimdik duran, özgürce göğe
yükselen ağaçlar. Bir böcek yaşar bir ağacın gövdesinde belki. Ömrü bir dal
uzunluğunca, bilmez. Yürür durmadan, bitmeyecek gibi yolculuğu. Budakları aşar,
yapraklarda ters döner. Dalın ortasında düşüverecek, bilmez. Düşüverdim ben de,
o pek güçlü, pek uzun sandığım dalımdan. Ansızın. Adını söylemeye dilim
varmıyor. Dört duvar! Anlayın işte...” Sözcükler uçup gitmeden yazmalıyım
bunları da diye düşündü.
Bahçe denilen yerin yalnızca tepesi açıktı. Anlaşılan, başını kaldırınca görünen
bir avuç gökyüzü için bahçe denilmişti buraya. Tutuklular, koğuşların boğucu
havasından çıktıklarında derin derin soluklanır, boyunları ağrıyıncaya kadar
göğe bakarlardı. Bir tutkuya dönüşmüştü gökyüzüne bakmak. Bakmak ve beklemek.
Üç mevsim geçirmişlerdi ama tek bir kanat sesi, bir tek kuş ötüşü
duymamışlardı. Belki de buraya düşmekten korkuyorlar; değil üzerinden, yanından
bile geçmiyorlardı. Akrabaları, dostları, komşuları, iş arkadaşları gibi. Sanki
bulaşıcı bir hastalığa yakalanmışız gibi köşe bucak kaçıp saklanıyorlar, diye
anlatıyordu ziyaretçileri.
Bu dört duvar arasında bazıları bir duvar dibinde sigarasını tüttürürdü,
düşünceli. Kimi kim bilir kaçıncı kez okurdu mektuplarını, kimi de mektup
yazardı. Ve gözleri kan çanağına dönene, parmakları nasır tutana kadar
okuyanlar, yazanlar... Cezaevinin çalışanları ve eskileri şaşkındı. Hiç bu
kadar okuyan ve yazan tutuklu görmemişlerdi. Kütüphanedeki kitaplar, raflarda
tutuklu kalmaktan kurtulmuştu bir süredir.
Bir açık görüş günü sonrasıydı. Ziyaretçisi gelenler yüzlerinde donmuş,
buruk gülümsemeleri ile bahçeye çıktılar. O gün kimsesi gelmeyenler ve hiçbir
zaman hiç kimsesi gelmeyenler onlara bakıp kızıyorlardı. Öyle ya, hem
sevdiklerini görmüş, dışarıdan haber almışlardı hem de yüzlerinden düşen bin parçaydı.
Diğerleri ise böyle görüşme olmaz olsun diye iç geçiriyorlardı. Saklanan
duygular, gözyaşları, yapmacık gülüşler. “E! Neler yapıyorsunuz?” sorularıyla
dolu saçma sapan bir şey.
Her görüş gününde, ziyaretçilerin getirdiği haberlerle umuda yelken açıyorlardı.
Sonra içlerini birden derin bir acı kaplıyordu. Korkunun cenderesi sıkıyordu
yüreklerini. Gece olup da rahatsız yataklara yatan huzursuz bedenler,
yüreklerine ektikleri umut tohumlarını gözyaşları ile suluyorlardı…
Ansızın bir çığlıkla sıçradı tüm avlu. İçeride olanlar da kapıya, camlara
doluştular. Herkes ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Saatlerdir göğe
bakan Barış’tı çığlık atan. Gözlerinden yaşlar yağmur gibi iniyordu. Duvardan
bir şey almaya çalışıyordu, incitmeye korkarak. Herkes etrafına toplandı. Parmağının
duvarla birleştiği yerin hemen üzerinde minik bir nokta gibi duruyordu, sarı,
üzeri kırmızı benekli bir uğurböceği… Diğerlerinin de gözlerinden yaşlar
süzüldü. Umut, neşe, acı sarmalıyla birbirlerine sokuldular. Uğurböceğinin
kanatları kıpırdandı önce. Kendisine uzanan parmağa geçti ve birdenbire uçtu.
Göğe yükselen minik böceğin arkasından baktılar umutla.
Figen Yamansoy
figenyamansoy@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder